Quantcast
Channel: Kadın Sanat, etamin, dekorasyon, yemek tarifleri
Viewing all 779 articles
Browse latest View live

Bölüm 39 : Stresli Almanca

$
0
0

Serhan’la sözlendikten kısa süre sonra Almanca öğrenmek için kursa yazıldım. Zaman uzun olduğu için ilk birkaç kur haftanın 2 günü gittim. İlk sevideki hocam çok iyi biriydi. Ona durumumu anlattığım zaman yönümü çizmemde yardımcı olmuştu. Madem düğünüme daha çok vardı, aile birleşimine gitmeme gerek yoktu. “Yapabildiğin kadar kur yap,” demişti. “Eğer B1’e gelmeyi başarırsan B1 sınavına gir ve Almanya’ya B1 belgesiyle git.”

Ben de öyle yaptım. Hayat şartlarım arada kursa ara verdirtse de B1’i bitirdim ve sertifikamı aldım. Bu uzun ve zorlu bir süreçti.

Okul dönemlerimde de sınavlara girdiğimde fazlasıyla stres olurdum. Özellikle konu yabancı dil olduğunda ipleri kaybediveriyordum.

A2 seviyesindeyken girdiğim bir sınavda atak geçirdim. Ne olduğunu anlayamadan birden dudağım şişmeye başladı. İzin isteyip çıktım ve doktorumu aradım. Yıllardır cilt tedavisi gördüğüm için devamlı iletişimde olduğum dermatoloji doktorum vardı.

Benden hemen dudağımın fotoğrafını istedi. Gönderdiğimde ise beni çağırdı. Cildim yaşadığım yoğun stresle mücadele edememiş ve anjioödem atağı geçirmişti. Doktorum dudağımda patlak verdiği için şanslı olduğumu söyledi. Benim gibi bazı vakalarda anjiödem atağı nefes borusunda kendini gösterir ve kişiyi soluksuz bıraktığı için ölümüne neden olurmuş.

Bana bir iğne yaptıktan sonra bir süre yememem gererken yiyeceklerin listesini verdi. Bir de alerji ilacı.

O gün yaşadığım olay yüzünden bir süre ara verip A2’nin son kurunu tekrar aldım.

Stresle baş edemiyordum. Konu Almanca olduğunda kendimi gereğinden fazla sıkıyor, sonucunda da atak geçiyordum. Her gün bir yerim şişiyordu. Üstelik kullandığım alerji ilacı kalbime dokunmuştu.

Bir süre sonra kalbim ağzımın içinde atmaya başlayınca.. Babam bir sabah beni apar topar İzmit’teki kalp profesörü arkadaşına götürdü. Sorunun alerji ilacı olduğunu anlamamış ve babaannemi kalp krizinden kaybetmiştik. Bu yüzden konu kalp olduğunda babam abartılı bir tepki veriyordu.

Kalbimden çekilen her şey temiz çıktı. Sorunun ilaç olduğu ortaya çıkınca dermatoloji doktorum hemen alerji ilacımı değiştirdi.

Ablam yediğim her şeyi kontrol ediyordu. Stresli anlarımda bir çilek bile yesem atak geçirmeme sebep oluyordu. Uzun bir süre peynir ekmekle beslendim desem abartmış olmam. Artık her şeyin içini tek tek incelemekten bıkmıştım.

Anjiödem bir alerjik reaksiyondu. Benim de zaten alerjik bir cildim vardı. Kızarmaya, şişmeye hazır; biraz üzüleyim hoop egzemayı hortlatan bir cilt. Böyle olunca stresli anlarda alerjimi azdıracak bir şey yediğimde saatler içinde şişiyordum.

Stres beni tüketip yok etmeden sınavları bitirmeye baktım. Ama bünyem artık o kadar yıpranmıştı ki..

B1in sertifika sınavının sonrası nefesim karın boşluğumdaydı. Binadan çıktım ve yokuşun ortasında bilinçsizce kaldım. Sınavı geçemediğimi biliyordum. Sınav öncesi gördüğüm öngörü de ayrılık vardı.

Başım dönmeye başlamış, bacaklarım beni tutmakta zorlanmıştı. Tam düşeceğimi hissettiğim an omzumda bir el belirdi.

“Kaldım,” diyerek iç çekti, kurs arkadaşlarımdan biri. “Bana kafayı taktılar abla ya, bu sekizinci oldu ve beni yine bıraktılar.”

Anlamaya çalışarak ona baktım. Bu onun sertifika sınavına sekizinci girişiydi. Hayali Almanya’da üniversitesi okumaktı ve pes etmedi. On birinci girişinde B1in tüm bölümlerini geçti ve hayalini yaşamaya gitti.

“Sanırım ben de kaldım,” dedim yılmış bir halde.

“Olsun be abla, bu senin ilk girişin,” dedikten sonra yüzümün rengine bakıp eğildi, “İlacını içtin, di mi?” diye sordu.

Almanca kursunun bana kazandırdığı en büyük şey: Bolca insan tanımaktı.

İlk 6 ay aynı sınıfta, aynı insanlarlaydım. Bugün hala görüştüğüm insanların çoğu o ilk altı ayda tanıdıklarımdır.

İlk dört ay hocamızdan çok memnunduk. Güzel bir sınıf olmuştuk.

Bir keresinde Taksim’den Büyükçekmece’ye gitmem gerekiyordu ve bunca yaşamımda tek başıma toplu taşımayı o kadar uzak mesafe için kullanmamıştım. Neye nereden bineceğimi bilmiyordum. Sınıftan birkaç kişiye sordum, yardımcı olamadılar.

En son, “sora sora Bağdat’ı bulmuşlar, yaparsın elbet” diyerek çıktım binadan. Tam o sırada yokuşu çıkan, sınıftan üç kişiyi görüp yanlarına gittim. Neye bineceğimi sorduğumda içlerinden biri gülerek baktı. Aslında utancımdan yerin dibine girmiştim ama gururumdan da ödün vermiyordum.

“Benimle gelebilirsin, yönüm o taraf,” dedi. Baştan ayağa onu süzüp teşekkür ettim. Zerre güven vermiyordu. Sadece otobüsün ya da metronun numarasını istedim. Sesli gülüp yanındakilerle vedalaştı ve dört yol ağzında durup sol tarafı işaret etti. “Yönümüz burası,” dedi.

Ben de hızla ötekilerle vedalaşıp metronun yolunu tuttum.

Yüzündeki koca sırıtışla, “Daha önce hiç toplu taşıma kullanmadın mı?” diye sordu.

“Yo,” dedim ona bakmayarak. “Çok kullandım.”

Yalandı. Babam toplu taşımalara asla güvenmezdi. Bu yüzden kendi götürebildiği her yere o götürürdü. Zorunlu kalmadıkça annem, ablamlar ya da ben toplu taşıma kullanmazdık. Kullandığımızda da kısa mesafeler olurdu.

Kurs binasının Beyoğlu’nda oluşu babamı en çok rahatsız eden konuydu. İlk günler beni kendi getirip bırakıyor ve çıkışta da almaya çalışıyordu. Neyse ki 3 gün bile sürmedi. Annemlerin evi Fatih’teydi. Fatih Beyoğlu arası toplu taşımayı yalnız kullanıyor, bazen tüm o mesafeyi yürüyordum.

O gün yeğenimin doğum günü pastasını yapabilmek için Beyoğlu’ndan Büyükçekmece’ye gitmem gerekiyordu. Bu mesafe benim için bir ilkti. Üstelik yanımdaki bu adama da güvenmiyordum. Fakat o gün dış görünüşün ve ön yargıların insanı ne kadar yanılttığını öğrendim.

Benimle Silivri otobüsünün ilk durağı olan Yenibosna’ya kadar geldi. Beni otobüse bindirdi ve otobüs duraktan uzaklaşana kadar kıpırdamadan bekledi. Otobüse bindiğim sıra, “İnmen gerekirse diye bekleyeceğim,” demişti ve evet, durak görünemeyecek kadar geride kalana dek beklemişti. Üstelik numarasını vermiş, bir şey olursa aramamı söylemişti.

Daha sonraları yolunun Yenibosna istikametinde olmadığını itiraf etti. Beni sağ salim otobüsüme bindirene dek ayrılmak istememişti.

Dünya kötüye doğru giderken, böyle adamların varlığını görmek muazzam bir şey.

Sonra ki günlerde en iyi anlaştığım kişi o oldu ve buna benzer birkaç yolculuk daha yaptık.


Üçüncü kurumuzda yani altı ayın içine girdiğimizde sınıf yine aynıydı. Hocamız değişmişti. Almanca hocaları arasındaki en illet kadına denk gelmiştik. Öyle ki kısa süre içinde 20 kişilik sınıfta 7 kişi kaldık.

Kadın Türk asıllı, Almanlar tarafından Almanlaştırılmış ve özünü yitirmiş ırkçı biriydi. Türklere ve Kürtlere ettiği hakaretlere katlanamayanlar bir süre sonra dersi bıraktı. İçimizden biri hocayı yetkilelere söylemeyi teklif etti ama teklifi reddedildi. Bir dahaki kura geçmemiz ne yazık ki o dönemin kuralıyla onun elindeydi. O yüzden onunla iyi anlaşmaya çalışıyorduk. Ona kendisinin de bir Türk olduğunu söylediğimizde, “Hayır, ben Almanım,” diyordu.

Bir şekilde idare ediyoruz derken Ramazan ayı geldi. O yedi kişiden ben de dahil üç kişi oruç tutuyorduk. Bu da hocanın öfkesini kamçılıyordu. Sınıfa her geldiğinde alkollü şeker getirmeye başladı. Masalarımızın ortasına koyuyor, “Tüh, siz oruçlusunuz, di mi?” diyerek gülüyordu.

Sabrettik. O iki ay gerçekten büyük bir sabır sınavı verdik. İki ayın sonucunda sınav günü tüm çabasına rağmen, yedimiz el ele verip onun sınavlarını geçtik. Fakat hiçbirimizi bir sonraki kura geçirmedi. Önce bize sonra sınav kâğıtlarımıza bakıp, “Geçeceğinize inanmadığım için adınızı bildirmedim ve kayıtlar kapandı,” dedi. Onun yüzünden hepimiz açıkta kaldık ve kursa ara vermek zorunda kaldık.

Giderken dönüp bize baktı, “Sayemde güzel bir arkadaşlığınız oldu,” dedi.

Birbirimize baktık ve gülmeye başladık. Evet, hakikaten sayesinde güzel bir arkadaşlığımız olmuştu. Onlardan biri otobüs yolculuğu yaptığım kişi, bir diğeri ise B1 sınıfında yine bir araya geldiğim ve sertifika günü omzumu tutup ilacımı soran kişiydi.


B1 sertifikamı almayı başardığımda hemen başvurumuzu yaptık. Ama eksik evrağımız olduğunu söyleyerek iptal ettiler. Sonra zaten düğün telaşına girdik ve her şey birbirine girdi.

Şimdi her şey tam çözüldü derken, ölesiye korkuyor, tir tir titriyordum.

Çünkü biliyordum. Almanya, yalnızlığımın en uç noktası olacaktı…

Bölüm 39 : Stresli Almanca yazısı ilk önce Kadın Sanat, etamin, dekorasyon, yemek tarifleri üzerinde ortaya çıktı.


Bölüm 40 : Vedalar Keşkelerin Aynasıdır

$
0
0

Kalabalık bir ailede büyümüştüm. İlk yeğenim doğduğunda sekiz yaşındaydım. O da benim gibi kalabalığın arasına karışmıştı. Sonraki çocuklar da kalabalıkta büyüdüler. Hayatımın her evresinde bir çocuğun yetiştirilmesine tanıklık ettim. Üstelik lisede bir sene çocuk gelişimi eğitimi almıştım. Ama gördüğüm, haşır neşir olduğum tüm çocuklar kalabalıktaydı. Yalnız büyütülen bir çocuğun serpilmesine tanıklık etmemiştim. Çocuk gelişimi konusunda tecrübeliydim ama bilinmeyen bir şehir de yalnız başıma bir bebeği nasıl çocuk yapardım, bilmiyordum.

Serhan gece çalışıyordu. Her ne kadar biz yanına yerleştiğimizde gündüz mesaisine geçeceğini söylese de.. Görmüştüm. Gece çalışmaya devam edecek, yanımızda olmayacaktı. Bebeğimle birlikte bilinmeyen bir şehirde, yabancı bir evde yalnız kalacaktık. Serhan gündüz evde uyanık olduğu birkaç saati ikimize verebilecekti. Orada tanıdığım kimse yoktu. Ablamlar ya da annem…

Sadece ben ve bebeğim.

Fazla karamsar olmamın sebebi öngörülerimdi.

Yayınevine Almanya’ya gideceğimi bildirdikten sonra aileme söyledim. Bizim için sevindiklerini dile getirseler de gözlerinden hüzün açıkca okunuyordu.

Serhan’dan iki hafta istedim. İki hafta içinde toparlanıp vedalaşmak için… O da bu iki haftada yaşayacağımız evi yerleştirdi. O evde sadece yatak odamızın mobilyası tamdı. Bir de beyaz eşyalarımız. Murat için bir yatak aldırdım. “Odasını ben gelince yaparız,” dedim. Zaten ufacık, kutu gibi bir evimiz vardı orda. Düğünden önce kiralamıştı Serhan.

Kayınvalidem de Almanya’daydı ama birkaç hafta önce Türkiye’ye yerleşmişlerdi. Anlayacağınız tamamen yalnız kalacaktım. Oğlum yalnız ve soğuk bir yerde büyüyecekti.

Martın sonuna doğru geldi Serhan. Son toplanmama yardım etti. Evimizi tamamen kapatmadık. Almanya’ya yerleşmeye niyetim yoktu. Dönmek üzere gidiyordum.

“En fazla üç yıl,” demiştim Serhan’a. “Üç yıla tüm işini toparla ve evimize dönelim.”

O da tüm kalbiyle söz verdi. En geç üç yılın sonunda İstanbul’a geri dönecektik.

İstanbul’daki son akşamım da tüm aile yemeğe gittik. Arkadaşlarımla ve geniş çevremle vedalaşmıştım.

Son gece bütün aile yemekteydik. Çocukları sabah göremeyeceğim için tüm akşamı onlara verdim.

Başta her şey iyiydi. Yemek yedik, güldük eğlendik. Gecenin sonuna doğru vedalaşmaya başladık. Önce en küçüklere sıkıca sarıldım. Sonra ortanca olanlara. Sıra en büyük yeğenime geldiğinde… Gücümü kaybettim. Aylarca onu göremeyecek olmak o an öyle ağır geldi ki…

Yine de o hıçkırıklara boğulana kadar kendimi tutmayı başardım. Kendimize gelene dek birbirimizden ayrılmadık. Ayrıldığımda ise annesi olan büyük ablamı göremedim. Ağlayarak gitmişti. Öteki ablam da “sabah görüşürüz,” diyerek apar topar kaçtı.

Serhan kolunu bana sararak, beni kendine çekti. Beni ailemden ayırdığı için suçluluk duyduğunu biliyordum. Gördüğü bu manzara en çok onu üzüyordu.

Sabah babam geldi, valizleri onun arabasına koyduk ve evimizi kapattık. Düğünden sonra her derdime ortak olan duvarlara kapıyı kapatmak zor gelmişti. Evim bir dile gelseydi…

Neyse ki gelmedi.

Kahvaltıya ablamın evine gittik. Çocuklar okulda olduğu için yoktu. Kahvaltımızı yaptık ve yola koyulduk. Ablamlar havaalanına gelmedi. İkisi de kendini öyle zor tutuyordu ki..

Ben de öyleydim, içim hıçkırıklara boğulsa da dimdik ayaktaydım.

Babam şoför koltuğuna, annem de yanına geçti. Biz de arkaya.

Araba havaalanında durduğunda annemin ağladığını farkettim. Dişlerimi ve yumruğumu sıkmaktan bitap düşmek üzereydim.

Arabadan indik ve birbirimize sarıldık. Annemle sarıldığım o an çocukluğum geldi aklıma. Ailenin yaşlılarına bakan annem, küçük kızıyla ilgilenememişti. Onsuz geçen yıllarımı düşündüm. Ona kızgın olduğum tüm anları. Keşke dedim, zamanı geri sarabilseydik.

Yaşlarım gözlerimi delip çıkmak için benimle mücadele ediyordu. Direndim.

Ta ki babama sarılana dek… İşte o an kaybettim.

Kendimi birden pembe duvarları olan bir oda da buldum. Babam yerde oturmuş, ayaklarını uzatmıştı. Etrafında bir sürü adam, ayağında bebekliğim vardı. Güzel yüzlü bir adam babama gülerek seslendi ve mesaisinin başladığını söyledi. Babam bana o kadar düşkündü ki annem akşam gezmeye gittiği günler o da beni alır mescide götürürdü. Yatsı namazını kıldıktan sonra ayağına alır sallardı. Bazı akşamlar yatsıdan sonra duvarları pembe olan mescidde arkadaşlarıyla otururdu. O dönemler ufak bir kasabada oturuyorduk, herkes birbirini tanıyordu. Erkekler akşam mescidde toplanırdı. O kasaba da kahvehane yoktu.

Annemin arkadaşlarının çoğunu tanımıyordum ama babamınkilerin hepsiyle ben de arkadaştım. Öyle ki o güzel yüzlü adamın kayınpederi (aynı zamanda teyzemin de kayınpederiydi) hastalandığında odasına girebilen tek kişi bendim. Ona dede dememi isterdi, ben de hasta olduğunda torunu vasfıyla odasına girme ayrıcalığına sahiptim. Kendi dedemden (anzeymır olan) daha çok severdim onu. Hatta onu öyle derinden seviyordum ki öldüğünde çocukluğumun da öldüğünü hissetmiştim.

Büyüdükçe onun hakkında daha fazla şey öğrenmek istedim. Teyzemin kayınpederi olmasının dışında babamın da öğretmeniydi. Öğretmenlere saygıyı babamdan öğrenmiştim. ( Ben de bugün hala ilkokul öğretmenimle görüşürüm. )

Onun öğretmeni tarihe adını yazdırmış bir kimyagerdi. Ben de ki öğrenme aşkını, annem babamınkine benzetirdi. Babamla aramızdaki en büyük bağ da buydu. Öğretmeni öldüğünde onu evimizde yaşatmaya devam ettik. Babam onun hakkında her şeyi anlattığında hayalinin hayatını kitap yapmak olduğunu söyledi. Yazı yeteneğimi babamdan aldığımı ilk o gün öğrenmiştim. Bana o güne kadar yazdıklarını vermiş ve kitap için toplamamızı istemişti. Bir süre denedik ama babamın hayalini askıya almak zorunda kaldık. Bir gün gerçekleştireceğimizi biliyorum. O ya da ben fark etmeyecek. Kitabın üstünde ailemizin soyadı olacak.

Babamın kollarından ayrılmadan hemen önce gözlerimi ve yanaklarımı sildim. Ağladığımı görmemeleri lazımdı. Aksi takdirde ayrılığın acısı ağırlaşacaktı.

İkisi de havaalanının içine girebilecek durumda değildi. Ben de zaten içeri girmelerini istemedim. Kapıda vedalaştık ve bir yığın arama bölümü olan binanın içine girdik…

Bölüm 40 : Vedalar Keşkelerin Aynasıdır yazısı ilk önce Kadın Sanat, etamin, dekorasyon, yemek tarifleri üzerinde ortaya çıktı.

Bölüm 41 : Bir Romanın Ortası

$
0
0

Bulutların üstünden İstanbul’a ve tüm sevdiklerime veda ettim. Oğlum, İstanbul’dan yanımda götürebildiğim en büyük parçaydı. Ona sıkıca sarıldım ve üstüne sinen İstanbul havasını içime çektim.


Bir romanın sıradan ana karakteri, kitabın ortasında hayatını büsbütün değiştirmek zorunda kalır. Okuyucu “vay be!” der, “Bir insan hayatı bu denli değişebilir mi?” diye sorgularken; yazarı elinde kahvesiyle normal yaşamına devam etmektedir.

Nasıl ki Dünya dönerken bize hissettirmez, hayatımız da öyledir. Hayatlarımızdaki değişimi bazen bir kitap okuyarak anlarız. Romanın ortasında okuyucunun sorduğu o soru, kendi hayatını sorgulamasını sağlar.

Aslında dünya dönüyor ve hayatımız değişime uğruyordur.


Uçaktan inip, yeni bir ülkeye ayak bastığımda kafamdan geçenler bunlardı. Kendimi bir romanın içine koymuş ve kitabı yarılamıştım.

Bir yığın kontrolün ardından, “Almanya da hiç trafik yok,” diyen Serhan’a inat, adım adım ilerleyen Frankfurt trafiğinin içine girdik.

Murat kucağımda uyuyordu. Başımı cama yasladım ve günlerdir öngörü görmediğimi anımsadım. Huzursuz uykularım kesilmemişti ama öngörü yoktu.

Serhan’ın telefonunu alıp babamı aradım, hayatımda ilk kez ailemden uzak kalmıyordum. Daha önce de onlar yanımda yokken yurt dışına çıkmıştım. Ama bu sefer farklıydı, babamın sesini duymak daha ilk dakika da içimdeki köprüleri yıkmıştı.

(Fotoğraf: Frankfurt am Main)

Nihayet eve varabildiğimizde fotoğraflardaki kadar korkunç bir yere gelmediğime sevindim. Serhan’ın bana gösterdiği fotoğraflar gerçekten ürkütücüydü.

Dışardan eve benzemeyen, daha çok ufak bir fabrikayı andıran evin önünde durduğumuzda inanılmaz gergindim. Eve çıkan merdiven kesinlikle bir bebeğe göre değildi. Gözlerimi devirdim ve oğlumu sıkıca sardım.

Serhan’ın mutluluğunu lekelememek için gün boyu dudaklarımı kapalı tutmuştum. Yanında olduğumuz için mutluydu.

Ya ben? Ben mutlu muydum? Bunu düşünmek dahi istemiyordum. Hissettiğim tek şey gerginlikti.

Hayatım boyu büyük evlerde yaşadım. Ailemin evi büyüktü, yalnızlığımın evi de öyle. Serhan bu yüzden ev bakmaya başladığında düşünceliydi. Ona büyük evlerden sıkıldığımı ve artık temizlik yapmaktan yorulduğumu söyleyerek, “küçük bir ev bize yeter,” demiştim. Oturduğumuz kasaba pahalı bir kasabaydı ve ev kiraları.. Bu konuya girmesek daha iyi. İstanbul da ev kiralarından yakınanları buraya davet edebilirim. Burdaki fiyatları görünce İstanbul’a koşacaklar.

En büyük avantajımız ev sahibimizdi. Serhan’ın arkadaşıydı ve üç komşumun ikisi Türk’tü. Biri zaten ev sahibimizin eviydi, diğerinde de onun yeni evlenen kardeşi oturuyordu. Giriş kat iş yeriydi ve bir Catering şirketine aitti. O yüzden hafta sonu yoklardı. Hafta içi de beşten sonra gidiyorlardı. Serhan’ın dışardan bu kadar ürkütücü olan evimizi tutma sebebi çevresi ve komşularımızdı.

Giriş kattaki iş yerinde çalışanların da sonradan hiçbir kötülüğünü görmeyecektik. İyi insanlardı ve birçok ırktan çalışanları vardı.

Eve adımımı atar atmaz, karnıma bir ağrı girdi. İşte o an anjiödem atağı geçirdiğimi anladım. Paniğe kapılmadım. Neremin şişiyor olduğunu anlamaya çalıştım. Serhan’a bir şey belli etmeden evi gezdim. Sonra su içme bahanesiyle çantamdaki ilacımı çıkarıp içtim. Beni zor günlerin beklediğini vücudum ilk anda anlamıştı…


Bölüm 41 : Bir Romanın Ortası yazısı ilk önce Kadın Sanat, etamin, dekorasyon, yemek tarifleri üzerinde ortaya çıktı.

Bölüm 42 : Taşlı Yol

$
0
0

Sonraki birkaç hafta alışverişle geçti. Serhan iş yerinden yıllık iznini almıştı. Böylece evi tamamlamak için bizimle kaldı. Eşyaların bir kısmını internetten alırken, her gün farklı bir yere gittik. Murat’ın uyumlu bir bebek olması işimizi kolaylaştırıyordu.

Kendimi buraya ait hissetmiyordum.
Bu eve, bu şehre, en çok da ülkeye…

Ayrıca kafayı temizlikle bozmuştum. Kurulu bir düzenim ve halılarım olmadığı için günde 2 kez, bazen 3 kez dip bucak temizlik yapmaya başlamıştım. Gözümün gördüğü her yerde toz birikintileri vardı ve sanki birleşip ayaklanma çıkarmışlardı. Ev resmen bir savaş meydanıydı. Serhan’a Murat’ı verip tüm gün temizlikle uğraşıyordum. Öyle anlar oluyordu ki aynı evin içinde oğlumu özlüyordum.

Küçük evde temizlik sorunu olmaz diye düşünürken, kendimi bir kabusun ortasında bulmuştum.

Hele bir de Serhan arkadaşlarıyla buluşmak için beni evde bırakıp gitmeye başladığında… İşler çığrından çıktı.

Tüm gün yoruluyordum. Tanıdığım kimse yoktu. Üstüne bir de akşamları Serhan evden gittiğinde… Serhan’ın çevresi çok genişti. Evli arkadaşları da vardı ama biri hariç diğerlerinin eşlerini görmemiştim. Komşularımla da tanışmamıştım. Birkaç kez Serhan’la haber yollattım, hatta numaramı dahi verdi. Ama eşlerinden ses çıkmadı.

İlk haftalar her şey düşmanımmışçasına bana karşıydı. Serhan ve oğlumdan başka bir insanla konuştuğum yoktu.

Ah, bir keresinde markette orta yaşlı bir Alman kadınla çarpışmış ve iki saat birbirimizden özür dilemiştik. Yani o kadın hariç kimseyle konuşmamıştım.

Serhan işe başladıktan sonra mecburiyetten sohbet ağımı genişlettim ve her ırka mensup kargo görevlilerini ekledim. İnternetten aldığımız eşyalarımızı getiren kargo arabasını cam da bekliyordum. Çünkü evimizin girişi öyle karmaşıktı ki hangi kapı olduğunu bulamıyor ve gidiyorlardı. Ya camdan ya da kapıdan seslenip yönlendirmem gerekiyordu.

Bir keresinde gelen Alman kargo görevlisi bana Türk olup olmadığımı sordu. Türk olduğumu söylediğimde yaklaşık 10 dakika kapıda benimle Türkçe konuşmaya çalıştı. Benim onunla Almanca konuşmam gerektiği yerde işler tersine ilerliyordu. Ne onun tam bir Türkçesi, ne de benim tam bir Almancam vardı. Netice de ikimizde gülmekten yarıldık. İşte o an ne kadar yalnız olduğumu gördüm.

Haftalar geçerken usulca dağıldım. Zaman zaman evde bir bebek olduğunu bile unuttum. Kulaklığımı taktım ve oğlumun ağlayışlarını gözardı ettim. Zaten hemen sonrasında sütüm kesildi.

Dışarı çıktığımda karşılaştığım düşman bakışlar, iç karartıcı hava ve denizin yokluğu.. bu ülke beni çürütüyordu. En dibe battığım nokta yazamadığım anlardı. Ve o anlar da Serhan evde yoksa.. ondan nefret ediyordum. Onun beni delirten rahatlığına daha fazla tahammül edemeyerek bir gün sinir krizi geçirdim. Ardından sahip olduğum tüm gücü, tüm yetkiyi kaybettim.

Ölmek istedim. Bedenim terastaki sıfır derecenin içinde titrerken, rüzgara teslim olmak için adım attım…


Bölüm 42 : Taşlı Yol yazısı ilk önce Kadın Sanat, etamin, dekorasyon, yemek tarifleri üzerinde ortaya çıktı.

Bölüm 43 : Gece İki

$
0
0

Hava sıfır derecede. Saat gecenin ikisi. Üstümde incecik bir pijama, terasın ortasında durmuş çıldırmışçasına titriyorum. Ayaklarım beynimden ayrı çalışıyor, usulca terasın kenarına doğru ilerliyorum.

Ellerimi soğuk mermere koyup aşağı bakıyorum. Çok yüksek değil. Düşersem ölmem. Sakat kalma ihtimalim daha yüksek.

Saatler önce Serhan’la kavga ettik. O uyuyor, ben böyle anlar da uyuyamam. Murat da yatağında. Ama şuan o bile gelmiyor aklıma. İstediğim tek şey betona yayılacak kanımın görüntüsü…

Bilincimi kaybediyorum. Mutlu değilim. Usulca yok oluyorum. Rüzgar bedenimi okşuyor. Artık en yakın dostum o. Burda zaten başkası yok.

Bedenimi rüzgara versem ne kaybederim ki?

Gözlerimi kapattım ve kollarımı açıp mermerden aşağı sarktım.

Tam o sırada göğsüme bir sancı girdi. Pijamam ıslanmış, sütüm gelmişti. “Oğlum.” Oğlum vardı benim. Bedenimi rüzgara verdiğimde annesini kaybedecek bir bebeğim…

Birer buz kütlesine dönmüş ellerimle yanaklarımı sildim ve hızla içeri girdim.

İnsan mutsuzluktan ölür mü?
Ben ölüyorum. Usulca yok oluyorum.

Mavi gözleriyle ıslak yüzüme bakan oğlumu kollarıma aldım. Az önce onu bırakıp ölmeyi nasıl düşünebilmiştim… Kokusunu içime çektim ve günler sonra onu yeniden emzirdim.

Murat’ı uyutup yatağına yatırınca telefonumdaki mesajı gördüm.

“Sakın delice bir şey yapma. Tamam, bitsin bu ayrılık, ben de seni özledim.”

Mesajı birkaç kez okuduktan sonra hıçkırıklara boğuldum. Asla büyümeyecek, asla geçmişimin yazılı olduğu kitabı kapatamayacaktım.

Terasa çıkmadan önce ezberimdeki numaraya mesaj atmıştım. “İnsan mutsuzluktan ölür mü? Ben ölüyorum.” diye. Sonra bir mesaj daha: “Kahretsin, seni özledim!”

Yanaklarımı silip derin bir nefes aldım. Telefonumun ışığı yanıp söndü, bir mesaj daha gelmişti.

“Eylül? İyi misin?”

Cevapla tuşuna basıp, “Ben bir anneyim, Fırat. Bir oğlum var,” yazdım.

Fırat bizim mahalleye taşındığında on yaşındaydık. O vakitler İstanbul’un mahalleleri güzeldi. Herkes biribirini tanır ve aile olurdu.

Fırat’ın ailesi onun dışarı çıkmasına izin vermez, okul da dahi annesi yanında dururdu. Bizim sınıfa annesiyle bir geldiğinde Ufuk ondan hiç hoşlanmamıştı. İlk sene her gün annesi de okulda durdu. Pek kimseyle konuşmaz, yalnız başına otururdu.

Bir gün Ufuk’un itirazına rağmen Fırat’ın yanına oturdum ve dostluğumuz o gün başladı. Kalıtsal bir hastalığı vardı. Sınıf öğretmenimiz ve okul yönetimi sorumluluğunu almak istememişti. Annesi bu yüzden bizimleydi. Onu arkadaş grubumuzun içine aldım. Bir daha da birbirimizden kopmadık, kopamadık.

Onunla kesiştiğimiz büyük bir noktamız vardı. Öngörüler… Onları gördüğümü bir anneannem bir de Ufuk bilirdi. Fırar’a anlatmamıştım, çünkü aynı gün ikimiz de birbirimizin bu özelliğini görmüştük. Biribirimizle öngörülerimiz aracılığıyla iletişime geçebildiğimiz an, dostluğumuzun lanet bir karmaya dönüşeceğinden habersizdik.

Fırat’la daima iyi olduk. “Birbirimizin kız kardeşiyiz biz,” diyerek alay ederdim. Çünkü o benim oje sürmeme dahi yardım eden en yakınımdı. Mehtap’la birbirlerinden hiç haz etmezler, yine de benim yüzümden birbirlerine katlanırlardı. Hayatımda olan biten her şeyden haberdar olurdu. Anlatmasam dahi…

Ona Harun’un yalnızca erkek arkadaşım olduğunu söylediğimde inanmamıştı. Ben de onu beladan uzak tutmak için büyük bir kavga çıkarmış ve bir süre dostluğumuzu noktalamıştım. Harun’dan kurtulduğum gün Fırat gelmiş ve her şeyi bildiğini ifade eden o bakışını atmıştı.

Birbirimizin hayatına fazlasıyla burnumuzu sokmaya başladığımızda kavga ve küfür kaçınılmaz olmuştu. Kimseye küfür etmeyen ben, Fırat’a ana avrat saydırabiliyordum. Birinden hoşlandığım an anlıyor ve karşımdaki adamı bana karşı dolduruyordu. Kendini abimmiş gibi görüp, aklı sıra beni koruyordu. Deli oluyordum! Giydiklerime varana dek karıştığında.. Çekip gittim. Abim değil de kocam gibi davranmaya başlamıştı.

Onunla olan dostluğumu bitirdikten bir süre sonra hoşlanıp da Fırat’ın engel olduğu çocuklardan biri polisle silahlı bir çatışmaya girip tutuklandı. Bir diğeri nişanlı çıktı. Ötekisi ise ünlü bir aşiretin son velihattıymış… Tükürdüğümü yaladım ve Fırat’ın kapısına gittim. Bu hayatta bana tükürdüğümü yalatan çok az şey vardır. Asla geri adım atmam, kimseye ikinci şans vermem. Ama konu Fırat’sa.. O hayatımın bir parçasıydı, bir iç organım gibi bağlıydım ona.

Hayatıma Serhan girdiğinde, “Bana ihtiyacın kalmadı,” dedi. “Sonunda gerçek bir adam buldun. Onu kaybetme.”

Fırat kendini beni korumaya adamıştı. Tıpkı ilkokulda benim yaptığım gibi. Okuldaki ikinci senesinde annesi gelmeyi bıraktı. Çünkü yanında ben vardım.

Serhan’la sözlendiğimizde, hayatımdan tamamen çıkmıştı. Yani öyle sanıyorduk. Onun uçurumun dibinde olduğunu gördüğüm kabusa dek.. Ter içinde uyanmış ve sessizce evden çıkıp kabusta gördüğüm yere gitmiştim.

Aslında o gün hayatımızın sonuna dek birbirimize bağımlı kalacağımızı anlamamız gerekirdi. Ama inat ettik.

O gece onu uçurumun dibinden aldım. Düğün günüme kadar yeniden bir arada kaldık.

“Doğru değil,” dedi düğünüme birkaç gün kala. “Bir kadınla bir erkeğin dostluğu doğru değil.” dedi ve gitti.

Birbirimizin en dipte olduğu anları gördük. Hissettik ve yaşadık. Aramızda aşk olmadı ama dostluğumuza yazık oldu.

Bölüm 43 : Gece İki yazısı ilk önce Kadın Sanat, etamin, dekorasyon, yemek tarifleri üzerinde ortaya çıktı.

Bölüm 44 : Hayat Akışı

$
0
0

O gece saatlerce Fırat’la konuştuk. Beni kendime getirdi. Toparlandım ve sabah Serhan’ı karşıma alıp gayet net bir tavırla konuştum. Ona bir teklif sundum, ya ben oğlumu alıp dönecektim ya da o daha fazla evde olacaktı. İpin ucunu kaçırmıştı ve bizi kaybediyordu.

“İstersen bilet alalım bir hafta gidip gel,” dedi.

“Eğer şimdi gidersem dönmem, Serhan. Geleli ne kadar oldu ki zaten. Bu kadar kısa sürede evden kopabiliyorsan geri gelmemin bir anlamı yok. Ya sen gel ya ben gideyim.”

Böylece o geldi. Kısa sürede evin büyük kısmını bitirip yerleştik. Düzenimi kurdum ve sütüm bir daha kesilmesin diye oğluma tutundum. Yürüyüşlere başladım. Bir türlü adım atmayan komşularıma gittim. Nihayet tanıştım. Ama onlardan önce kayınvalidemin en yakın arkadaşının kızı Ecrin’le görüşmeye başladım. Onunla haftanın bir, bazen iki günü önce geziyor sonra bizim evde oturuyoruz. Bana oturduğumuz kasabayı tanıtan Serhan değil de Ecrin’di.

Evin işlerini kolayladığımızda Serhan’ın evli arkadaşlarını tek tek bize çağırdık. Böylece üç ay bitmeden çevre edinmiş, ilk aydaki bunalımımı atlatmayı başarmıştım.

Gündüzleri sırayla annemi, ablamları, Mehtap’ı, Sema ve Elif’i görüntülü arıyordum. Akşam da ablalarımın kızları arıyordu. O haftalar da en yakın arkadaşım, ablamın sarı kafalı oğluydu. Üç buçuk yaşındaydı ve Serhan’dan bile daha çok onunla sohbet ediyordum. Evin karış karış her yerindeki yeniliği benimle takip ediyor, her konuşmamızda yeni ne aldığımı soruyordu. Bazen çizgi film izliyor bazen karşılıklı bir şeyler yiyorduk. Ortanca yeğenlerimden biriyle oyun oynamaya başlamıştık. Telefon oyunlarına karşı ben, yeğenimle birlikte bir cinayet çözme oyunu oynuyordum.

Bir gün eve geldiğimde posta kutumda adıma bir zarf buldum. Oyun oynadığımız yeğenimden bir mektuptu. İnternet üstünden oyun oynayacak kadar teknolojik, mektup yazacak kadar nostaljiktik.

Üç ayın sonunda hayatım eski temposuna geri dönmüştü. Yürüyor, yazıyor ve insanlarla görüşüyordum.

O geceden sonra bir daha Fırat’la konuşmadık. Bir şekilde iyi olduğumuzu ve hayatımıza devam ettiğimizi biliyorduk.

Her şey yoluna girmiş, yaz gelmişti. Karşı komşularım benim yürüyüşüme katılmak isteyince, birlikte sabah yürüyüşlerine başladık. İki bebek arabasıyla her gün farklı yer denedik. En sonunda arabalarla rahat ettiğimiz bir yürüyüş yolunu belirledik. Onlara ilk zaman neden tanışmak için kapımı çalmadıklarını sorduğumda çekindiklerini söylediler. Tüm ön yargıma ve kötü başlangıca rağmen kaynaşmamız uzun sürmedi.

Bir sabah mükemmel sayılabilecek bir havada yürürken yemyeşil ağacın birinden solmuş bir yaprak düştü. Eğilip yaprağı aldığımda, haftalardır öngörü görmediğimi anımsadım. Parmaklarımla yaprağa dokunduğumda bir öngörünün geleceğini biliyordum.

Dokunarak gözlerimi yumdum.

Hiç bir şey görmedim. Ama hissettim. Ölümün soğukluğu iliklerime dek yayıldı. Ben ölmemiştim ama İstanbul’da sevdiğim biri ölüyordu…

Bölüm 44 : Hayat Akışı yazısı ilk önce Kadın Sanat, etamin, dekorasyon, yemek tarifleri üzerinde ortaya çıktı.

Bölüm 45 : Sessizce Solan Yaprak

$
0
0

Ben yaşıyordum ama teyzem ölmüştü. Yağmurlu bir günün sabahında son nefesini vermişti. Onun ölüm haberini saat sekizde Serhan’ın en yakın arkadaşından almıştık. Annemden, babamdan ya da ablamlardan değil… Sekiz de Serhan’ın telefonu çaldığında, irkilerek uyandım. O an telefonun ölüm haberi vermek için çaldığını hissetmiştim. Tahmin bile edemediğim şey, haberi arkadaşının veriyor oluşuydu. Babamın bana ulaşamadığını ve bu yüzden Serhan’ı aradığını düşünmüştüm.

Serhan telefonu kapatıp bana döndüğünde bir şey sormadım, o da söylemedi. Sessizce anlaştık.

“Hemen gidebiliriz,” dedi Serhan. “Fuat bir saat sonra kalkacak bir uçak bulmuş. Ama sorun şu ki, uçak Köln’den kalkıyor bu yüzden hemen çıkmalıyız.”

Dudağımı ısırarak başımı iki yana salladım. “Gitmek istemiyorum,” dedim.

“Sonra gitmediğine pişman olacaksın, cenazeye yetişebiliriz.”

“Cenazeye bile yetişemeyeceğiz Serhan. Bunu sen de biliyorsun. En fazla gömülmesine yetişir. Teyzemi göremedikten sonra gitmek istemiyorum,” dedikten sonra yataktan kalkıp tuvalete gittim. Klozetin üstüne oturdum ve içime içime ağladım.


Günler önce teyzem aniden beyin kanaması geçirmiş ve ameliyata alınmıştı. Haberini yine annemden almamıştım. Teyzemin ameliyatı kötü geçmiş ama annem ısrarla iyi olduğunu söyleyip durmuştu.

Serhan daha o gün “git,” demişti. Ablama gerçek durumu sorduğumda, “Yapılacak hiç bir şey yok, Eylül,” dedi. “Yoğun bakımda ve kendine gelmiyor. Bize de göstermiyorlar. Annemle teyzem (büyük teyzem) susmadan ağlıyor. Gelip ne yapacaksın?”

İki gün komada kaldı. İkinci gün doktoru, “Ailesi gelip görsün,” deyince ablam sabahın altısında beni aradı. Telefonumda onun adını gördüğümde, ölüm haberini verecek sandım. O an öyle çok titredim ki telefonu açamadım. Yanımda Serhan da yoktu. Ben daha kendime gelemeden ablam ikinciye aradı.

Elimin titremesine rağmen açtım. Karşıma büyük yeğenim çıktı. Hastahanedeydi, üstlerine ameliyat önlüğü giyiyorlardı. “Seni odaya sokacağız,” dedinde koca bir oh çektim. Ölmemişti, henüz bizi bırakmamıştı.

Ablam giyinmesini bitirince telefonu aldı ve teyzemin yoğun bakım odasına girdi. “Gelsen bile bundan fazlasını göremeyeceksin,” dedi. “Bari sen onu iyi haliyle hatırla.”


Almanya’ya gelmeden birkaç gün önce teyzemi görmeye gittiğimde, bana sarılmış ve kulağıma, “Bu seni son görüşümmüş gibi hissediyorum,” diye fısıldamıştı. “Sevdiğin adamla hep çok mutlu ol.”

O gün gülmüş ve önem vermemiştim. Halbuki anneannem de hayatının son beş yılında sürekli, “Ben ölmeden evlenme,” derdi ve söz günümden bir ay önce hayata veda etti. Yani, böyle bir kadının kızının dediğini dikkate almalıydım, değil mi? Ama almadım. Ölümü sevdiklerimize yakıştırır mıyız hiç…

Teyzemin ölüm haberinin şokunu atlattığım an telefonumu alıp ablamlara mesaj attım. Neden haberi onlardan almadığımı sordum. Tam o sırada onlar da haberi kocalarından alıyormuş meğer. Dakika farkıyla, ölüm haberi yurt dışına önce ulaşmıştı.

Annem haber verecek durumda değildi elbet. Teyzemin son nefesinde, ablasıyla (öteki teyzem) yanındalarmış. Haberi babam yaymıştı. Whatsapp’taki en kalabalık gruba yazmış, eniştemler ve Serhan’ın arkadaşı Fuat haberi ordan okumuştu. Hepimizin beklediği ama hepimizi şoka sokan bir haber olmuştu.

Serhan’ın ısrarına rağmen gitmedim. Eğer teyzem ameliyattan sonra uyanmış olsa giderdim. Ama şimdi göreceğim hiçbir şey yoktu. Anca koca bir kalabalık ve yığınla sahte gözyaşı görecektim. Her cenaze de hiç tanımadık ıslak yüzler olurdu. Onların sahte gözyaşlarını aile üyeleri anlamaz sanırlar ve nedense kendilerini yarandırtmak için uğraşır, sonra da tüm gün cenaze evine demir atarlardı. Yiyip içer ve sahte gürültü yapmaktan başka işe yaramazlardı. Teyzemin cenaze evinde de bunlardan yığınla olacağından emindim. Akşam büyük yeğenimi aradığımda tam da tahmin ettiğim şeyleri söyledi. Yine de bu konuda en büyük terbiyesizlik ödülünü anneannemin cenaze evine gelen aptal bir yeni geline vermiştim. Yerini korumaya devam ediyordu.

Dedem öldüğünde hayatımın en büyük acısını yaşamıştım. Yani en azından öyle olduğunu sanıyordum. Dedem sapa sağlamken, ansızın gitmişti. Üstelik küçük teyzemin, yani bugün kaybettiğim, doğum gününde… Saatler sonra tüm aile teyzemin doğum gününe gidecektik ki… Dedemi kaybettik.

Yıllarca onun acısını atlatamadım. Üstüne daha büyüğü gelmedi derken… Anneannemin kanser olduğu haberi dahi paramparça etmişti beni. Sonra ölümünün acısı… Tarifi bile yoktu.

Anneannemin ölümünden üç ay sonra büyük dayımı verdik toprağa. Onu da bizden kanser aldı. Ailecek öyle dağıldık ki… Koca ailemiz eriyip yok oluyordu.

Annemler beş kardeş. İki teyzem, iki dayım var, en azından vardı. Şimdi birer birer kaldılar.

İki hafta boyunca yalnız kalıp teyzemin öldüğünü düşünmedim. Bu iki hafta da neredeyse ağlamadım. Gözyaşlarım hep içime aktı. Hıçkırığa dönüşmedi. Fakat vücudum yeniden şişmeye başlayınca, alerji ilacı baş ucumdaki yerini geri aldı. Kısa zamanda tüm kadınsal düzenim bozuldu.

“Neden böyle oldum?” diye sesli sesli söylendiğim bir an Serhan fısıldayarak, “Teyzeni kaybettin, aşkım ve hiç ağlamadın,” dedi.

“Ağlamayacağım,” dedim.

Öldüğü günün ertesi gecesi rüyamda gördüm onu. Mutluydu, yanında kaybettiklerimiz vardı. Anneannemle ikisi öyle güzel gülümsemişlerdi ki…

Teyzem hayatı boyunca çok çekmişti. Genç yaşta eşini kaybetmiş, ardından felç olmuştu. Hayatı hastahanede geçmişti. Tek başına yürüyemiyor, bir elini kullanamıyordu. Bir keresinde bana, “Yazmayı bırakma,” demişti. Kendisi de benim gibi yazardı. Gençliğinde bir gazete de başka bir isimle yazmıştı. Kitabı çıkmamıştı ama kitaplar dolusu satırları vardı. Sonra felç olunca…

Her ona gittiğimde, “Şuan ne yazıyorsun?” diye sorardı. Uzun uzun anlatırdım.

Çok çekmişti ve şimdi sevdikleriyleydi. Ağlamamalıydım…


Dayımın ölümünden sonra bir gün annem onu aradığında çok ağlıyordu. “Ne babam ne anam ne kocam var,” dedi. “Şimdi de abim gitti.”

Annem herkesi güldürmesiyle meşhurdur. Herkesi güldürür ama en çok acıyı o çeker. Herkesin derdini yüklenir. Beş kardeşin en koca yüreklisidir annem.

Biliyorum, o an ablasından duyduklarıyla ağlamak istemişti ama güldü ve, “Ee tabii,” dedi. “Eniştem babamla anamı dünya turuna çıkarırken parayı hesaplamadılar. Şimdi de abim onlara para götürmeye gitti. Tüm dünyayı gezmeden dönmeyecekler, bizi düşünen yok,” diye güldü. O sırada birden teyzem de gülmeye başladı.

Telefonu kapattığında annemin bakışlarını gördüm. Gözyaşlarının içe akmasını en iyi annemden bilirdim. Sonra kalktı, hazırlandı ve ablasının yanına gitti.

Teyzem hepimizin canıydı. Çok çekmiş, solmuş ama mutlu görünmeye devam etmişti. En çok anneme ağlardı. O yüzden tüm acılarını bilirdim.

İki haftanın sonunda editörümden gelen bir maille bacaklarımın bağı koptu. Hayatım yoluna giriyordu, yıldızlarım kayarken…

Başladım ağlamaya. İçim acıyordu, fırtınalar kopuyor, nefesimi kesiyordu. Ne kadar ağladığımı bilmiyorum. Gözyaşlarımı yüzümden ite ite yazmaya başladım. Her satırda daha çok ağladım. İçim söküldü, ciğerlerim taştı. Hava bile karardı, ben susamadım. Yazdıkça daha çok ağladım.

Öyle ki Serhan’ın yanıma geldiğini dahi fark etmedim. Beni kollarına çekip, saçıma bir öpücük kondurdu. “İyi misin?” diye sordu. Keşke sormasaydı, çünkü daha çok ağladım.

“Teyzem öldü benim, Serhan,” diye inledim. “Teyzem artık yok.”

Bölüm 45 : Sessizce Solan Yaprak yazısı ilk önce Kadın Sanat, etamin, dekorasyon, yemek tarifleri üzerinde ortaya çıktı.

Bölüm 46: BAŞROL

$
0
0

Büyük Savaş başladıktan sonra Osmanlı yavaş yavaş Balkanlardan atıldı. Her kaybettiği Balkan toprağına zulüm ve katliam geldi. Savaş çetin olmuş, Osmanlı gücünü yitirmeye başlamıştı. Her şehir düşman askeriyle dolup taşarken, her yaştan oğlan silahlandı.

Kayıplar ve zaferler yaşandı. Balkanlar koca bir kayıp olarak tarihe geçti.

Savaş bittikten ve Balkanların neredeyse tamamı kaybedildikten sonra dahi katliamlar bitmedi.

Bin dokuz yirmilerin sonunda Sırp Askeri Kosava Halkının tepesine çökmüştü. Adamları ve çocukları öldürüyor, beğendikleri kadınları götürüyordu.

İsmi tarihe geçmemiş kahraman bir koca, karısını düşman askerinden koruduktan sonra zalimce katledildi. Kadın yeni evlenmişti, gençti ve güzelliği dillere destandı. Kocasının ölümünü düşünmek yerine ablasının evine varabilmeyi düşünüyordu.

Ablası Behriye, o civarların en zengin ağası Hüseyin Efendiyle evliydi. Biri kundakta altı çocuğu vardı.

Kadın, ablasının evine vardığında korku içindeydi. Kocasının katlini anlatırken hıçkırıklara boğuldu. Hüseyin hemen kadını saklamak istedi. Sırp Askeri tek tek evleri basıyorsa, her an gelebilirdi.

Behriye akıllı bir kadındı. Kardeşini saklamak yerine yaptığı döşeğe yatırdı. Yüzüne kara boya sürdü, üstüne kalın battaniye örttü.

Behriye, Asker evi bastığında yataktakinin hasta, deli, çirkin ve evde kalmış kız kurusu olduğunu söyledi. Asker soğuk bakışlarını yataktaki kadında gezdirdikten sonra Behriye’ye hak vererek evden ayrıldı.

Hüseyin’in ağalığı o vakit için bir dokunulmazdı. Ama o gece şehre yapılanları görünce…

“Hazırlanın,” dedi. “Artık gitmek farz oldu, durulmaz gayri bu memlekette. Yakında bizim de tepemize çöker bu gavurlar!”

Böylece bebesinin kundağına yükleyebildiği kadar altını yükleyip yola koyuldular. Evini, bağını, bahçesini.. Her şeylerini bırakıp, bir kundak altınla günlerce yol aldılar.

Türkiye’ye bin dokuz yüz otuzların başında varmışlardı. Kısa süre içinde elde avuçta ne varsa bitmiş, sefalet başlamıştı.

Bir zaman sonra kundaktaki bebenin sırtında oluşan kamburu fark etmiş ama çok geç kalmışlardı. Kundağa altın saklamanın bedeli minicik yavrularının bedenine yüklenmişti.

Hüseyin Efendi, minik kızı büyüdükçe üzüntüden kahroluyor, dünyalar güzeli kızının kusurlu olmasından dolayı kendini suçluyordu. Bazı geceler usulca ağlardı. Kızı birkaç kez babasını ağlarken görmüş ve kamburu için hiçbir zaman şikayet etmemişti.

Kız 18 yaşına geldiğinde, kendileri gibi Balkanlardan göç eden bir aile kıza talip oldu. Kızın eline artistlere benzeyen bir oğlanın fotoğrafı verildi. Fotoğrafa bakınca utançtan yanakları kızarmış ve böylece kuracağı yuvayı kabul etmişti.

Kız çok güzel, oğlan çok yakışıklıydı. İkisinin ailesi de Balkanlar da zengin, Türkiye de fakirdi. Oğlanın annesi tüm çocuklarını okutmuştu. Yaşadıkları zulümleri, çocukları yaşamasın diye Vatanlarını ve zenginliklerini bırakmışlardı.

Kızın adı Havva, oğlanın adı Elmas’tı. Kader onları bir yazmıştı.

Kızın güzelliğinin yanı sıra, zehir gibi de aklı vardı. Oğlan devlet memuruydu.

Evlendiler, beş çocukları oldu. Üçüncü kızlarının, üçüncü kızı olan ben, onların düğününden kırk altı yıl sonra dünyaya geldim.

İlkokul öğretmenim bana geleceğin yazarı olacağımı söyledikten sonra, bir hayal için ant içtim: Günü geldiğinde ailemdeki hikayeleri yazacağıma dair.

Her fırsatta dedeme sorular sorardım. Fakat esas kaynağım anneannem oldu. Dedemin ölümünden sonra uzun süre onunla yaşadım. Kendini hazır hissettiğinde ses kayıt cihazımı açtım ve az önce okuduğunuz satırları onun ağzından dinledim.

O bu satırları nihayet kaleme aldığım bugünü göremedi belki amma bugünün geleceğini biliyordu. Tıpkı evleneceğim adamı bildiği gibi.

Annem ona Serhan’ı anlattığında gözlerinde o tanıdık ifade belirdi. Bizi biliyordu, hissetmiş ya da öngörüsünü görmüştü. Son nefesinin nasıl olacağını bildiği gibi bizi de bilmişti işte. Öyle bir kadındı o! Kelimelerin asla yetemeyeceği güçte bir kadın.

Evinden çıkmak istemezdi. Çünkü son nefesini almaya dedemin gelmesini isterdi. “Evin dışında olursam, beni bulamaz,” derdi. Dahası, son nefesini evin salonunda vereceğini biliyordu.

Öyle de olmuştu. Kanser onu erittiğinde salonda yatıyordu ve dedem onu almaya gelmişti.


Bir gün bana usulca, “Deden biliyordu,” dedi. Gözünden bir damla süzüldü.

“Neyi?” diye sordum.

“Önce kendinin öleceğini,” diye fısıldadı. “Ve o öldükten sonra senin benimle kalacağını.”

O andan sonra geçirebildiğim tüm zamanı onunla geçirdim. “Sen benim hayatımın Başrolüsün,” derdim ona. Bu yüzden de öldüğünde Başrol’ü ölen senarist gibi ortada kalmıştım.

Başroller ölmezdi, bu herkesçe kabul gören bir tabuydu. Tabum yıkılmış, devrilmiştim.

Serhan o anlarımı, anneannemin ölümünden sonra yaşadığım bunalımı en iyi bilen insandı. Bu yüzden o gün, beni yerde çaresizce ağlarken bulduğunda tüm kalbiyle sarılmıştı. Korkuyordu. Tekrar yıkılırım, yok olurum diye.

Anneannemin ardından altı ay tek kelime yazmadım. Yazamadıkça yok oldum. İşte bu sebeple teyzemin kaybının verdiği acıyı atlatmak için bu satırlara sığındım.

Bölüm 46: BAŞROL yazısı ilk önce Kadın Sanat, etamin, dekorasyon, yemek tarifleri üzerinde ortaya çıktı.


Bölüm 47: Karma

$
0
0

Ben bir anneydim ve bebeğim büyüyordu. Onun en güzel zamanlarını bunalımda geçirmemek için kısa sürede toparlandım. Eskiye göre daha çok yazdım. Yazdıkça iyileştim derken dört ayı doldurduk. Bebeğim yedinci ayına girdi. Şimdi önde minicik iki dişi, yüzünde kocaman bir gülümsemesi var.

Acısıyla tatlısıyla geçen dört ayın sonunda bugün üç haftalığına İstanbul’a gidiyoruz. Sırtımda çanta, kucağımda bebeğimle havalanında uçağımızın kapılarının açılmasını bekliyoruz. Ah, tabii Serhan da var. O haftasonu kalıp geri dönecek. Üç haftanın sonunda bebeğimle ilk kez baş başa yolculuk yapacağız. Ama şimdi onu düşünmüyorum. Bir an önce ayaklarımın Türk toprağına basmasını diliyorum.

Ardımda Almanya’yı bırakmak, bebeğimi kucağıma aldığım andan sonra beni mutlu eden ikinci şeydi.

Almanya’da yaşayan Türklere Türkiye’de Almancı diyorlar. Serhan’la sözlendiğimiz an itibariyle bazı şahsiyetler benim için de aynı şeyi söylediler. Serhan bir keresinde, “Biz Türkiye’de Almancı, Almanya’da Gurbetçiyiz. Sanki bir ırkımız yokmuş gibi,” demişti. Yerinde ve haklı bir isyandı. Almanya’da doğmuş, büyümüş ya da benim gibi konu aşk olduğu için gelenlerin hepsi her iki ülkede de aykırı ve gereksiz sözlerle karşı karşıya kalabiliyor. Söz konusu Avrupa olunca, çıtalar ulaşılmaza kalkıyor. Neden?…

Burası bir İstanbul değil, olamaz da zaten. Ben İstanbul’da doğup büyüdüm. Baba tarafım Egeli, köklü bir yörük aile. Soyumuzun Tatar Türklerine dayandığı gibi bir inanca sahibiz. Hepimiz çekik gözlü, iri çıkık elmacık kemikliyiz.
Anne tarafımın Balkan Göçmeni olduğunu zaten biliyorsunuz. Zamanında annemin kuzenlerinden biri soyağacını araştırmış ve aileyi Balkana gönderenin Osmanlı olduğunu bulmuştu. Osmanlı fethettiği toprakları Türk toprağı yapmak için nüfusun belli miktarına kendi halkını, Türk halkını yerleştirirmiş. Böylece oradaki halk asimile olarak Türkleşsin diye. Işte anne tarafım da o Türk ailelerdendi.

O yüzden benim neremi kesersek Türk kanı akacaktır. Ufuk, o da bir Tatar Türküydü ve bizi birbirimize en çok bağlayan şey Vatana duyduğumuz koşulsuz aşktı.

Bu sebeple dünyanın neresinde yaşarsam yaşayayım, İstanbul da olduğum mutluluğu hissedemem. Ve bana Türk’ün harici bir kelimeyle hitap edenlere sessiz kalamam.


Uçağın tekerleri İstanbul havalimanına indiğinde tarifi imkansız bir mutlulukla doldum. Dolu dolu üç hafta beni bekliyordu ve adım atmak için can atıyordum. Biletimi alır almaz tüm günlerim dolmuştu.

Uçağın kapıları açıldı, oğlumuzu Serhan aldı ve havalimanına doğru yürüdük. Bir sürü prosedürün ve valiz beklemenin sonu beni, bizi babama çıkardı. Babamla daha önceleri de aylarca uzak kaldığımız oldu ama diğer hiçbir kavuşma, tıpkı dört ay önce ki vedamız gibi değildi.

Babam yalnız gelmişti. Annem evdeki hazırlığını bırakamamış. Nasıl bir ev ve sofrayla karşılaşacağımı tahmin etmekte zorlanmadım. Zaten saatler sonra tüm aile masaya oturduğumuzda, eniştem her ay gelmemiz gerektiğini söyleyerek anneme takıldı. Masa da eksik hiçbir şey yoktu. Ablam da en sevdiğim tatlıyı yapmıştı. Eniştem haklıydı, her ay bu sofrada bir araya gelmeliydik.

Babam arabayı evin kapısına yanaştırdığı an Murat’ı Serhan da bırakıp vakit kaybetmeden indim. Kapıyı en büyük yeğenim açtı, Murat’ı da zaten Serhan’dan babam almıştı. Oğlumu o akşam saatlerce görmedim. Benim çevremi yeğenlerim, onun çevresini büyükleri kuşatmıştı.

Ablamın sarı kafalı oğlu beni gördüğünde mutluluk dansı ederken, öteki ablamın ufak kızı sessizce sokulmuş ve öpmelere doyamamıştı.

Her yaştan, toplam da beş yeğenim olduğunu daha önce söylemiş miydim, hatırlamıyorum. Annelik duygusuna en yakın olan teyzelikle hazırlandım anneliğe. O yüzden onlar, Almanya’dayken en çok özlediklerimdi.

Günün sonunda, Murat da uyuduktan sonra bir İstanbul havası almaya çıktık. Bu şehir benim evimdi ve yıllar da geçse Almanya’da mutlu olmayacaktım.

Pazar sabahı Serhan’ı Almanya’ya tekrar yolladık. Bizim için bildik bir ayrılıktı. Fakat ne yalan söyleyeyim, bu kez içimde her zaman olan o burukluk olmamıştı.

Ertesi gün hız kaybetmeden İstanbul da yarım bıraktığım hayat koşturmamın içine daldım. Önce yayınevi sonra fotoğrafçılar derneği… Cumartesi günü İstanbul temalı sergimizin açılışı oldu.

Sergiye hayatımın en gurur verici gününde çektiğim fotoğraf konmuştu. Hamileliğimin ilk aylarında, bana olamazsın dedikleri her şeyi olduğum o gün… Büyükada da yaptığımız çekimden bir kare: Siyah beyaz tonda bir Büyükada fotoğrafı.

Büyükada’ya ilk gittiğimde çocuktum. Her karışına büyülenmiş ve gelecekte buranın hayatıma yön vereceğini hissetmiştim. Serhan’la evliliğe imza attıktan sonra Büyükada’ya gelmiş ve nikah kıyafetlerimizle çekim yapmıştık.

Sonrasını zaten biliyorsunuz, yalnız evlilik, yalnız annelik…

Serginin duvarında asılı fotoğrafıma bakarken hayatın ne kadar hızlı aktığını gördüm. Bu fotoğrafı çektiğim an, hocam “bunu sergiye koyacağım,” demişti, istememiştim. “Bu fotoğraf, geniş açıyla çekilmiş en kusursuz Büyükada fotoğrafı. Eğer bunu koymamı istemiyorsan daha iyisini yap,” dedi. Daha iyisini yapamadım.

Sergi açılışı sonrası belgelerimizi dağıtan hocamız, Serhan’a dönüp, “Onunla gurur duy ve her zaman destek ol,” dedi. Evlilik ve sonrasındaki yalnız hayatımızın en yakından şahitlerinden biriydi. Bu kursa üç yıl önce başlamıştım ve Almanya’ya gittiğimde hocalarımla, gruptaki diğer insanlarla irtibatta kalmaya devam ederek pes etmemiştim. Bu yüzden burası bir kurstan fazlası olmuştu. Burası İstiklal Caddesi’ndeki İfsak binası. Fotoğrafa gönül vermiş herkesin yanında olan, gerek hocaları, gerek idaredeki insanlarıyla mükemmeli yakalamayı başarmış nadide kuruluşlardan biri. Üç yıl içinde üç hocam oldu ve her birini başım sıkıştığında daima yanımda buldum. Onlardan öğrendiğim ve öğrenmeye devam ettiğim her şey için minnettarım.

Tüm bu eğitimi iki aşamada aldım. İlki temel eğitim, ikincisi proje bölümü. Temel eğitimimiz küçük bir gruptu. Toplamda yedi kişiydik ve proje bölümüne sadece iki kişi geçtik. Orada öğrendiğim şeylerden biri de, insanların yaş gözetmeksizin dost olabileceğiydi.

İstiklâl Caddesi’nin bir köşesindeki Almanca kursu, öteki köşesindeki İfsak bana verdiği eğitimlerin yanında insanları tanımamı sağlamıştı.

O güzel insanlardan biri de Füsun ablaydı. Temel eğitimden, proje bölümüne birlikte geçmiştik. Sergi sonunda ona, “Sergi kapandığında dönmüş olacağım,” dedim. “Fotoğraflarımı nasıl alırım bilmiyorum,” diye dert yanarken, elimi tutup “düşünme,” dedi.

“Ben hallederim. Gerekirse ben alırım, bir dahaki gelmene benden alırsın.” (Sonraki haftalarda, sergi kapanınca hakikaten fotoğraflarımı alan kişi o olmuştu.)

Almanya da henüz böylesine bir dostluk kuramadım.

Sergideki öteki fotoğrafım ise Haliç temalıydı. Siz buna tesadüf mü dersiniz, yoksa hayatımın garip karması mı.. bilemiyorum. Geçenlerde yeni bir romana başladım ve kitabımın olay örgüsü Haliç’in derinliklerinde başlıyor.

Sergi için 82 fotoğraf gönderdim ve seçimi hocalarım yaptı. Bence karmam son hızlıyla kafa karıştırmaya devam ediyor.

Bölüm 47: Karma yazısı ilk önce Kadın Sanat, etamin, dekorasyon, yemek tarifleri üzerinde ortaya çıktı.

Bölüm 48 : Zaman Akışı

$
0
0

İnsan sevildiğini nasıl anlar? Karşısındakinin gözlerine bakarak mı, ona karşı davranışlarına bakarak mı? Ya karşısındaki kişi sevgisini dışa vuramayan biriyse? Misal, ben öyleyimdir. Çok severim, ortaya koyamam.

Bazen sevildiğinizi anlamanın ve sevginizi göstermenin en basit yolu ayrı kalmaktır. Gerisini hasret yapar.

Şu hayatta arkadaşlarından türlü darbeler yemiş ve güven duygusu katılaşmış olan ben, yıllardır yanımda iki dost bulunduruyorum. Nereye gitsem benimleler, yüreğimin tam ortasında.

Sema ve Elif’ten bahsediyorum. Elif de karakter olarak benim gibidir, sevgisini gösteremez. Ama ikimiz de birbirimize olan sevgimizi biliriz. Sema bizim gibi değil, o ulu orta yaşar sevgiyi, gidebileceği en diplere kadar gider. Öyle ki, belki de dünyanın en yaramaz çocuğuna sahipken, sevgisi sayesinde ayakta kalmayı başarır. Ben onun kızına sesini yükselttiğini bile görmedim.

İstanbul da olacağım üç haftanın bir kısmını onlara ayırdım.

Sevildiğimi, bu iki kadın tarafından sevildiğimi bir kez daha iliklerime kadar hissettiğim bu an, Sema’nın evindeyiz. Tabii yine saraylara yakışır bir sofra… Bu kez kızmadım ona.

Zaten kimle görüşsem bana bir şeyler yedirmeye çalışıyor. “Almanya da özlemişsindir,” diyerek. Evet, özlediğim birçok lezzet vardı, fakat böyle giderse hamileliğimde almadığım o korkunç kiloları alarak dönecektim.


Geldiğimin ikinci haftası aniden vücut direncimi yitirdim. Ateşlenip yattım. Üç gün boyunca doğru düzgün bir şey yiyemedim. O üç günü ablamın evinde geçirdim. Murat’la çocuklar, benle ablam ilgilendi. O kadar halsizdim ki bebeğime bile bakamıyordum. Uzun zamandır o şekilde hasta olmamıştım. Başta bademciğim şişti sandım, fakat sonra boğazlarımda yaralar olduğu anlaşıldı. Eniştem KBB doktoru. Normal şartlarda o muayene ederdi ama ben geldikten birkaç gün sonra şehir dışındaki ailesinin yanına gitmişti. Böylece ablam ve çocuklar tamamen bizimle olabilecekti. Ben iyileşince de hep bir annemin evine geçtik.

Günler geçtikçe bir ayrılık daha yaklaşıyordu. Gündüz ayrı, gece ayrı yerdeydim. Üç haftayı dolu dolu geçirmek için elimden geleni yaptım. Çoğu zamanı ailemle geçirdim. Gerisi de ailem diyeceğim dostlarımla.

Bir akşam yeni kitabıma ilham kaynağı olan Haliç’e indim. Onun durgunluğunda gizli hırçınlığına baktım. Bir banka oturdum ve suyun sesini dinledim. Hayatım da Haliç gibiydi. Sakin görünümü ardında geçmişin hırçınlığını saklıyordu. Artık hayatım aynı yönde akıyordu. Geçmişte ne olduysa, nihayet orada kalmayı başarmıştı. İki ülke arasında gidip gelen bir hayatım vardı, bir de bebeğim. Tüm dünyam bundan böyle bu kadardı.

İki saatin sonunda eve geçtim. Annem, oğluma diş buğdayı yapmak istemişti, bu kez haklıydı. Bebeğimin gördüğü tek kalabalık ailemizdi.

Oturup uzamaması için direndiğim o uzun listeyi yaptık. Mütevazi bir şey olsun istiyordum ama işin içinde annem olduğu zaman.. Pek mütevaziliği kalmazdı. En şatafatlısıyla olurdu.

Üçüncü haftanın ortasına koyduk diş buğdayı merasimini. Annemin evini hazırladık. Ah, bu sefer kendi evimde, yalnızlığımın evinde kalamadım. Ya annemde ya ablamdaydım. “Eh, olsun” dedim. “Bir dahaki sefere.”

Murat’a beyaz bir takım aldım. Mavi de papyon. Böylece boncuk mavisi gözleri ortaya çıktı. Dünyanın en sevimli bebeğiydi. Hele de güldüğünde ortaya çıkan o minik iki diş.. Bu hayatta ondan daha fazla sevebileceğim bir şey yok.

O gün tüm sevdiklerim annemin evindeki diş buğdayındaydı. Büyük ablam buğdayı, öteki ablam şerbeti yaptı. Buğdayın süsleme işi yine yeğenimle bana kaldı, tabii.

Etrafta büyükten çok çocuk vardı. Neredeyse tüm arkadaşlarımın çocuğu olduğunu o an fark ettim. Ne ara büyümüş ve anne olmuştuk? Sanki hayatımız da koca bir delik vardı da çocukluk ve annelik arasındaki o geçiti yutuvermişti.

Size Mehtap’ın bir kızı olduğunu söylemiş miydim? Evet, dostlarım arasındaki tek bekar Elif’ti.

Bir de içinde görümcemin de olduğu, (ki onun da iki çocuğu var), altı kişilik çocukluk arkadaşları grubumuz vardı. Çocukluktan beri kopmadan, bir arada kalmayı başardığım tek kalabalık gruptu. Tabii, görümcemin Almanya da olduğu yılları hesaba katmazsak. İstanbul’a yedi yıl önce gelmiş ve grubun içine yeniden dahil olmuştu. İlk hamileliği, doğumu, kızının ilk yaşadığı her şey de yanında olmuştuk. Onunla hiçbir zaman gelin görümce olmadık, arkadaşlığımızı aynı temposuyla sürdürmeye devam ettik.

O gruba baktığımda bir bekar, bir de yeni evli gördüm. Geriye kalan herkesin çocuğu vardı.

Hakikaten daha dün değil miydi, babaannemin ölümünde bu grupla oluşum? Annemin beni çocukluk arkadaşlarımın yanına gönderişi ve ölümle tanışmamı ertelemesi.. Daha dün kadar tazeydi kayıplara ağlayışımız. Oysa üstünden tam yirmi yıl geçmişti. Bugün, o evde oyun oynadığım tüm kızlar, ben de dahil, birer anneydik ve oğlum onların çocuklarıyla kardeşmişçesine kaynaşmıştı, tıpkı bizim kızlarla olduğumuz gibi.

Başımı çocuklardan kaldırıp, yeni nesil annelere, arkadaşlarıma baktım. Çocukluk ve anneliğimiz arasında kalan o boşluktan yükselen kahkahaları duyuverdim. Hayatımın en tehlikesiz günlerini bu grupla geçirmiştim. Belki de en çok kahkahayı onlarla atmıştım. Bir şekilde onları, hayatımdaki karmaşadan uzak tutmayı başarmıştım.

Bölüm 48 : Zaman Akışı yazısı ilk önce Kadın Sanat, etamin, dekorasyon, yemek tarifleri üzerinde ortaya çıktı.

Ruhumuzu Yansıtan Mobilyalar

$
0
0

Hayatımızın büyük bir çoğunluğunu geçirdiğimiz yaşam alanlarımız, kişisel düşüncelerimiz, karakterimiz, yaşam felsefemiz hakkında ipuçları verir. Kullanılan mobilyalardan dekorasyon zevkine, tercih edilen renklerden objelere kadar bütün ev baştan aşağıya bizi yansıtır. Bu sebeple seçimlerimiz önem arz eder. Bu nedenle bu yazı ile sizlere 2020 mobilya trendleri hakkında ipuçları vererek evinizin şıklığına şıklık katmak istedik.

Yaşamın Keyfi Mobilyalarla Çıkar

Elsie Robinson’un “Yuva insanın zindanı değil, sarayı olmalıdır” sözü kullandığımız mobilya tercihlerinin önemine parmak basmaktadır. Dekorasyon tercihleri evin içini aydınlatmalı, kullandığımız mekânı ferah bir görünüme kavuşturmalı, rahat ve şık dizaynıyla görenlerde kendine hayranlık uyandırmalıdır. Bunun için de işin ehli insanların önerilerine kulak asmalı, mekânınızın artı ve eksi yönlerini bilmeli ve kişisel zevklerin farkına varılmalıdır.

Salon mobilyası seçeneklerini göz önüne aldığımızda birçok farklı alternatif karşımıza çıkmaktadır. Tek renk koltuk modellerinin yerini renkli takımlar, tek renk görünümün yerini zıt renklerin ahengi almıştır. Siyah renk ikili ve üçlü takımları beyaz tekli koltuklarla kombinleyerek şık ve klasik bir görünüme aynı anda kavuşabilirsiniz. Tek renk koltuklarınızı düz krem rengi yastıklarla farklılaştırabilir, desenli yastıklarla mekânınızda çiçekler açtırabilirsiniz.

Bel ve omurga sisteminizi destekleyen modern mobilyalar ile şıklık ve konfora aynı zamanda ulaşabilir, doyum alınmaz bir yaşama ev sahipliği yapabilirsiniz. Dar mekânlar için büyük kullanım avantajı sağlayan köşe koltuk takımları, hem mekânınızın dezavantajını avantaja çevirerek modern bir görünüm sağlarken hem de keyifli sohbetlerin geçtiği arkadaş toplantılarının vazgeçilmezi olmaktadır.

Ahşabın Fark Yaratan Görüntüsü

Tabiat ile uyumlu modellerin doğayı evimizin salonlarına kadar getirmesi, yaşam ve ferahlığın aurasıyla nefes alan mekânlar oluşturmamızı sağlar. Ahşap mobilya modelleri zevkli görünümü ile şıklığı salonlarımıza getirirken sağlamlığı ile uzun süreli kullanım sağlar. Kahverenginin asaletini tasarımla bütünleştiren ahşap mobilyalar eskiyi şık bir görünümle taçlandırmaktadır.

Ahşap mobilyalar ile gri, krem ve açık mavi koltuk modelleri, salonunuzun aydınlık görünmesini sağlarken, spor görüntüsüyle de evinizi gençleştirir. Desenli halılar ve modelinize uygun renkte perdeler ile bütünsel bir şıklığı yakalayabilir, gören herkesi kendisine hayran bırakabilirsiniz.

Modernizm ve Konforu Birleştiren Yatak Odası Modelleri

Rahat bir uyku gün içerisinde ki bütün aktivitelerimizi büyük ölçüde etkiler. Bu nedenle yatak odasında kullanacağımız eşyalar büyük önem arz eder. Odanın gün ışığını alabilmesi ve yeterli şekilde havalandırılması gerekir. Siyah, kahverengi gibi koyu tonlardaki renkler ile kırmızı gibi parlak ve gözü yoran renkler yerine krem, açık mavi, bej renkleri tercih edilerek ferah bir görünüm elde edilebilir. Ruhu boğan renkler içeride geçirilen anların keyifsiz olmasına sebep olur. Kullanılan mobilyaların rengi kadar rahat bir uykunun anahtarını, tercih edilen yatak odası mobilyası da belirler. Ergonomik ve bel bölgesini destekleyen yataklar tercih edilmelidir. Yatağın yerden belli bir yükseklikte olması, odanın uygun bir yeri tercih edilerek kurulumu yapılmalıdır.

Açık renkli mobilyaları tercih etmek gün ışığından daha çok faydalanmayı sağlarken odanın daha geniş gözükmesini sağlar. Sürmeli dolaplar yerden tasarruf etmemizi sağlarken modern bir görünüme de imkân tanır. Açık renk mobilyaları zıt renk halılarla kombinleyerek kontrast bir uyum yakalayabilir aynı zamanda kolay temizlenme özelliği ile hijyen ve konforu yatak odanızın vazgeçilmezi yapabilirsiniz.

Her Zevke Hitap Eden Modeller

Sunulan çeşitli öneriler doğrultusunda sizler de evinizi yenileyebilir, salonunuzu yaşayan bir hale dönüştürebilirsiniz. Kapıdan içeri girdiğiniz an sizi bambaşka diyarlara götüren, huzuru ve rahatı ile hem sizi hem sevdiklerinizi mest eden mobilyalar için Engince’nin web sitesini ziyaret edebilir her zevke hitap eden geniş ürün yelpazesiyle tanışabilir, fiyat yelpazesindeki çeşitlilik ve taksit imkânlarıyla bu zevki siz de evlerinize getirebilirsiniz.

Ruhumuzu Yansıtan Mobilyalar yazısı ilk önce Kadın Sanat, etamin, dekorasyon, yemek tarifleri üzerinde ortaya çıktı.

Bölüm 49: Gerçek Dışı İnsanlar

$
0
0

Üç hafta sona erdi. Yine hüzünlü bir vedanın ardından, oğlumla birlikte uçağa bindik. Uçuşumuz geceydi ve Murat’ı tüm gün uyutmamıştım. Uçaktaki yerim cam kenarıydı, henüz iki yan koltuğumda boşken oğlumu uyutmaya çalıştım. Uçuş boyunca oğlum huzursuzluk çıkarır ve yanımızdakileri rahatsız eder diye ödüm kopuyordu. Hele bir de yanıma uyuz tipler oturursa..

Annem uçağa binmeden evvel, yanımdaki koltuğun boş olması için dua ettiğini söyledi. Böylece uyuyan bebeğimi boş koltuğa yatırabilirmişim. Ah, yanım boş olsa dahi oğlumu kucağımdan bırakmayı düşünemezdim sanırım. Ona olan düşkünlüğüm bazen çıldırtıcı bir boyuta ulaşabiliyor. Hele de tanımadığım insanlarla dolu bir uçaktaysam…


Oğlumu uyutmayı başaramadan yanıma uzun boylu bir adam, “İyi akşamlar,” diyerek oturdu.

Biraz hayal kırıklığına uğrayarak gülümsedim. “Size de iyi akşamlar.”

Lütfen, lütfen çocuk seven biri olsun ve huzursuzluk çıkarmasın… Bari çocuklu bir kadın otursaydı, dercesine iç çektim.

Adam yerine yerleştikten sonra uçağın kulaklıklarını kulağına takarak önündeki monitörü açtı. Demek şimdiden bebek sesinden rahatsız olmuştu!

Bebeğime baktım, o da bana sırıtarak baktı. Bir insan böyle güzel gülen bir şeyden niye rahatsız olurdu ki? Saçına bir öpücük kondurup camın dışını gösterdim. Dışarıda gördüğüm her şeyi fısıldayarak ona saydım, o da kendi dilinde tekrarladı. Henüz konuşamıyordu ama yakında anne diyeceğine eminim.

Uçağın kapıları kapandı. Bizim sıradaki üçüncü koltuk boş kaldı. Yanımdaki adam kulaklığını çıkarıp ayağa kalktı. Etrafa bakınıp kimsenin yanımıza gelmediğine emin olunca bana dönerek gülümsedi, “Ben yana geçeyim, siz de ufaklığı benim yerime oturtun,” dedi. Sadece gülümsedim. Çünkü bir kez daha ön yargım, adamın samimi bakışıyla yerle bir olmuştu.

Aramızdaki koltuğu boşalttığında Murat hala kucağımdaydı.

“Lütfen rahat edin,” dedi Adam.

Başımı sallayarak bebek kemeriyle birbirimize bağlı olduğumuzu işaret ettim. “Uçak kalkarken onu kucağımda tutmam gerekiyor.”

Sanki unuttuğu bir şeyi hatırlamışçasına başını sallayarak, “Doğru,” diye geveledi.

Sonrasında kaptan pilotumuz konuştu ve kalkış için hareket ettik.

Uçak yerinden kalkmadan önce birkaç kez sarsıldı. Bu sarsıntı yanımızdaki adamın midesini bulandırmış olmalıydı ki yüzü bembeyaz olmuştu. Gergin bir şekilde doğrulup yavaş yavaş nefes alıp verdi. Onun bu hareketleri Murat’ın bile dikkatini çekmişti. Adam ona baktığımızı fark edince bize dönüp, “İlk uçuşunuz mu?” diye sordu.

“Değil, ama sanırım sizin ilk uçuşunuz?”

Başını iki yana sallayarak, “Galiba ilk uçtuğumda oğlunuz kadar falandım ama bir türlü alışamadım,” dedikten sonra, “Kalkış ve inişler…” duraksayarak nefes aldı. “Beni biraz geriyor.”

Anlayışla başımı salladım. Adamın Türkçesi oldukça kötüydü. Teni ve saçı kızıla çalıyordu. Belki de Türk değildi.

Uçak oldukça hafif bir kalkışla bulutlara doğru süzüldü. Kalkışlar ve inişler Serhan için de pek eğlenceli olmuyor ama ben severim. Kalkışta ve inişte insanın içini gıdıklayan o adrenalin.. Tüm geçmişim bir uçağın kalkış ve inişi gibi değil miydi zaten?

Murat’ta benim gibiydi, sevmişti.

Uçak normal seyrini alınca yanımızdaki adam rahatça koltuğuna yerleşti. Ben de oğlumu uyutmaya çalışma işine dönüp, bir kitap açtım. Sessizce ona okudum.

Bir süre sonra bebeğimin eli kucağıma düştü. Uykuya dalmıştı. Yavaşça kitabı kapatıp kenara koydum. O sırada geçmekte olan Hostu durdurup bebeğim için bir yastık ve kendim için de bir su istedim.

Yastık geldi ama suyum gelmedi. Susuzluktan ölebilir ya da Murat’ın biberenundan içebilirdim.

Bekledim.

Bebeğimi boş koltuğa yatırıp yatırmama konusunu düşünürken, yanımızdaki adam kulaklığını çıkarıp bize döndü. “Yardım edebilirim,” diye fısıldadı.

Kendi başıma halledebilirdim ama bebeğimi uyandırma riskini göze almak istemediğim için yardım teklifini kabul ettim.

Birlikte bebeğimi yatırdık, teşekkür ettim ve herkes kendi önüne döndü.

Çok geçmeden yemek servisi başladı. Suyumsa tabii gelmedi.

Servis aracı önümüzde durduğunda tek düşündüğüm tepsideki minicik suyla yetinip yetinemeyeceğimdi.

Yemeğimi seçtim ve tepsimi önüme yerleştirdim. O sırada yanımdaki adam ekstradan bir su daha istiyordu. Tam ben de aynı şekilde istemek için dönmüştüm ki suyu bana uzattı.

“O sizin suyunuz,” diye geveledim. Gülümseyerek bardağı tepsime bıraktı.

“İki çocuğum var ve çocukla, hele de bebekle yolculuk nasıl yapılır, iyi bilirim.”

“Ah,” şaşırmıştım. Yanımızdaki bu kızıl adamın iki çocuk babası olacağı aklıma dahi gelmemişti. Teşekkür ederek suyumu içtim. En son ne zaman su içmiştim bilmiyorum. Havalimanında uçağı beklerken tuvalete gitmemek için neredeyse tüm gün sudan uzak durmuştum. Çünkü tek başımaydım ve o ufacık tuvaletlere oğlumla giremez, onu asla dışarda bırakamazdım. Ben bir anneydim. Onu bir dakika bırakacağıma, susuz kalmayı yeğlemiştim.

Aniden adamın, “Almanya’ya ilk gidişiniz mi?” diye sorduğunu duydum.

“Hayır, yaklaşık beş ay önce oraya taşındım.”

“Ach so!” dedi Almanca, “öyle mi” gibi bir anlama geliyor. “O zaman araya karışan Almanca kelimelerimi anlıyorsunuz,” dediğinde yolculuğun başından beri Türkçesinin kötülüğünü düşünmeme sebep olan şeyin, aslında yarı Almanca konuşmuş olmasından kaynaklandığını ve beynimin kelimeleri Türkçe algıladığını fark ederek güldüm.

“Türk müsünüz,” diye sordum.

“Ah, evet. Ama Almanya da doğup büyüdüm. Bu yüzden Türkçem çok kötü. Buna üzülüyorum, ailemiz evde hep Almanca konuşurdu. Eşimle şimdi çocuklar bizim gibi olmasın diye çabalıyoruz ama malasef onlar bizden daha da az Türkçe biliyor. Sizin Türkçeniz gayet güzel, eş durumundan mı geldiniz?”

Böylece yemek boyunca sohbet ettik. Ve inanın adımızı sohbet bitiminde söylemek aklımıza geldi.

Adı Okan’dı. Bir telefon markasının tanıtım ve satış temsilcisiymiş. Bu yüzden sık sık uçakla seyahat etmesine rağmen bir türlü alışamamış. Almanya da kendisi gibi Türk asıllı biriyle evlenmiş ve dünya tatlısı çocukları olmuş. Zaten bütün çocuklar dünyanın güzellik oranıymış.

Yemek arabası boş tepsileri topladıktan sonra çay-kahve dağıtımı yaptı. Kahvemi alıp kitabın içine geri döndüm.

Bir süre sonra boş bardaklar da toplandı ve uçağın iniş anonsu yapıldı.

Okan kulaklığını toplayıp koltuğun gözüne soktu. Tam o sırada bebeğim mıkırdanmaya başlamıştı. Birazdan babasına varacak olduğumuzu hissetmiş olmalıydı.

Okan gülümseyerek oğlumun eline dokunup, ona Almanca günaydın dedi. Murat gözlerini kırpıştırarak ona baktığında ağlayacağını düşündüm. İlk önce beni görmediği için yaygarayı koparacaktı!

Öyle olmadı. Okan’a minik dişlerini gösterdi. Okan bana bakıp, “Biraz sevebilir miyim? Sen onu bağlamadan önce,” diye sordu.

“Tabii,” dedim. Sonuçta oğlum onu sevmişti. Sevmemiş olsa şu an tüm uçak bize küfrediyor olurdu.

Okan oğlumu nazikçe kaldırıp kucağına aldı. Yaşına ve tabii oğluma da komik gelen hareketler yaparak onu güldürdü. Yanımızdan geçen Hostes de bir süre durup Murat’a gülücük ve öpücük attı. Sonra da onu bağlamam gerektiğini söyleyerek yerine gitti.

Oğlumu kendime bağlarken, “Havaalanında işlemler sırasında birlikte hareket edebilir miyiz?” diye sordum Okan’a. “İlk defa oğlumla yalnız yolculuk yapıyorum ve buradaki havalimanına bu ikinci gelişim. Hiçbir şeyin yerini hatırlamıyorum.”

“Dert etme,” dedi Okan. “Eşine kadar birlikte gideriz. Hatta ufaklığı taşıyabilirim. Asla rahatsız olmam.”

“Geçen sefer valizlerimizi bile açıp kontrol ettiler. Serhan vardı, o halletti. Şimdi de öyle yaparlarsa Murat’la nasıl valiz kapatırım diye endişeleniyordum.”

“Eşyanı falan aldılar mı? Ya da şöyle söyleyeyim, yasak bir şey getirmiş miydin?”

“Hayır, sadece kıyafetlerim ve işim gereği yanımda taşımam gereken elektronik eşyalar. Serhan, altın aradıklarını söylemişti.”

“Bir de gıda, süt ürünleri falan,” dedikten sonra bir kahkaha attı. “Babaannem ne kadar yasak eşya varsa hepsini doldurur. Bir de benle yolculuk etmeyi sever, her seferinde onun peynirleriyle uğraşırım. Babaannem gibi o kadar çok insan var ki, şaşırırsın. Üstelik laf dinlemiyorlar. Beni pek aramazlar, Alman Vatandaşı da değilim. Senin gibi sadece oturum hakkım var. Ama bu zamana kadar babaannem gibi yapmadım. Ayrıca aramalarda gerilmiyorum, böylece sorun çıkmıyor. Sen de gerilme, gerileni inadına daha fazla arıyorlar. Bir şey sakladığını düşünüyorlar.”

“Eşim de böyle söylüyor,” diyerek omuz silktim.

Okan fark etmemişti ama bana babaannesini anlatırken uçak inmişti. Kaptanımız konuştuğunda şaşkınca etrafına baktı, “İndik mi ya!” diyerek güldü.

Önümüz rahatladıktan sonra yukarıdan çantalarımızı aldık ve kuyruğa girdik. Oğlumu taşımayı tekrar teklif ettiyse de nazikçe geri çevirdim.

Alman topraklarına yeniden ayak basmak pek de mutlu eden bir şey değildi. Beni tek avutan, Serhan’a duyduğum aşk ve özlemdi.

Kontrol noktalarından aranmadan geçmiş, valizlerimizi fazla beklemeden almıştık. İşte bu nokta da Okan’ın yaptığı yardım tekliflerini geri çevirmedim. En azından ben oğlumu tutarken o valizimi aldı.

Son çıkıştan çıkarken, eşimin nerede olduğunu sordu. Ben de tam o sırada Serhan’ı arıyordum. Arabada bekliyormuş, çıkar çıkmaz görecekmişim.

Okan’la orda yollarımızı ayırdık. İstikametimiz zıttı. Ama istersem gelecekmiş, gerek olmadığını söyleyerek her şey için teşekkür ettim.

Birbirimize koridor boyu arkamızı döndüğümüzde bir an için onun gerçek olmadığına dair bir hisse kapıldım. Arkamı dönüp baktığımda Okan yoktu. Bu kadar hızlı koridoru bitirmiş olabilir miydi? Yoksa böylesine iyi biri olamayacak kadar gerçek dışı mıydı?

Oğluma baktığımda, sanki bana omuzlarını silkiyordu. Gülerek gözlerimi devirdim. “Hadi babaya gidelim.”

Havalimanından dışarıya çıktığımızda Serhan gülümseyerek bizi karşıladı. Ona bir daha aşık oldum.

Bölüm 49: Gerçek Dışı İnsanlar yazısı ilk önce Kadın Sanat, etamin, dekorasyon, yemek tarifleri üzerinde ortaya çıktı.

TV Sehpası ve Orta Sehpa Nasıl Seçilir?

$
0
0

Evinizin salonuna girdiğinizde ilk işiniz belki sadece ses olsun diye televizyonu açmak ve orta sehpaya ayaklarınızı uzatmak mı? Yalnız değilsiniz! “Asla TV izlemiyorum” diyenlerin bile bu renkli kutuyu evlerine dahil ettikleri aşikar. Asıl konu ise televizyonu koymak ya da dekorasyon zevkinizi yansıtmak için kullanacağınız sehpaların önemi. Zarif ve şık bir ev dekorasyonu için mobilya seçimine özen göstermek gerekir. Odanın küçüklüğü, büyüklüğü, kullanım alanı, köşeli/kare/dikdörtgen olması gibi dikkat edilecek birçok nokta var. Sehpa seçiminde özgün tasarımlar ve sıra dışı modeller peşindeyseniz Mudo sehpa modellerine göz atmanızda fayda var. Fiskos masası, orta sehpa, servis sehpası, yan sehpa, zigon sehpa gibi farklı gruplarda sunulan ürünler, uygun fiyatları ve geniş ürün yelpazesi ile her eve katılmaya aday oluyor.

Mudo Orta Sehpa Modelleri

Salonunuzun büyük veya küçük olması Mudo orta sehpa seçimindeki ilk kriter. Herkes için hoş ve ferah görünen salon dekorasyonu önem taşır. Akşam sohbetleri veya misafir ağırlamalarında en çok kullanılan alan salon ve oturma odasıdır. Güzel bir şekilde dekore edildiğinde, burada zaman geçirmek siz ve misafirleriniz için oldukça keyifli hale gelir. Ancak bir orta sehpa seçimindeki bir hata nedeniyle, oturma odanız dekorasyon kurbanı olabilir. Bu hata çoğunlukla yanlış ebat seçiminden kaynaklanır. Orta alanın zaten dar olduğu bir odada geniş bir model seçmek, hem odanın küçük görünmesine hem de kullanım zorluğuna neden olur. Farklı boyutlarda üretilen Mudo orta sehpa modelleri ile oturma grubunuza ve Mudo TV sehpası seçiminize uygun bir orta sehpayı kolaylıkla bulabilirsiniz.

Mudo TV Sehpa Modelleri

Mudo TV sehpa modelleri, evin her bir köşesi düşünülerek tasarlanır. Tavan ve zemin aralığı, duvar genişliği ya da özellikle yerde kullanılan modellerde saklama alanı imkanı göz ardı edilmemektedir. Onlarca seçenek arasından evinize en uygun parçayı bulmak ise tamamen zevkinize kalıyor. Mudo TV sehpa seçiminde dikkat edeceğiniz birkaç noktayla istediğiniz ürüne anında ulaşabilirsiniz. 

Eğer TV odanız yüksek tavanlı ve büyük ise küçük bir TV sehpası kullanmak, sizi hayal ettiğiniz keyiften uzaklaştırır. Dar alanda büyük bir televizyon ünitesi kullanmak ise sadece tasarım açısından değil, aynı zamanda işlevsellik olarak da kötü bir tercihtir. Bu nedenle kullanacağınız alanın boyutunu inceledikten sonra bir seçim yapmak akıllıca olacaktır.

Malzeme Kalitesinin Önemi

Mudo Concept sehpa modelleri dayanıklılığı ile ünlüdür. Ahşap olan ürünlerin fiyatları diğerlerinden daha yüksek olmasına rağmen, uzun süre kullanılacakları için ödeyeceğiniz rakamı sonuna kadar hak eder. Concept sehpa üretiminde kullanılan malzemenin kalitesi önemli bir ayrıntıdır. Direkt üreticiden satın alırken, doğrudan kullanılan ahşap hakkında bilgi alabilir ve bilinçli seçim yapmak için ayrıntılı açıklama isteyebilirsiniz. Ancak çevrimiçi alışveriş yaparken internette kısa bir araştırma yapmalı ve güvenilir bir site bulmalısınız. Mudo sehpa alışverişleriniz için Markabul sitesini kullanabilirsiniz. Hem uygun fiyat hem de güvenilir pazarlama sunan Markabul, kolay alışverişin keyfini yaşatan nadir online mağazalar biri. Mudo sehpa modellerine hemen şimdi ulaşmak için Markabul sayfasına gitmeniz yeterli:  https://www.markabul.com/mudo-concept-sehpa-c699b2/

TV Sehpası ve Orta Sehpa Nasıl Seçilir? yazısı ilk önce Kadın Sanat, etamin, dekorasyon, yemek tarifleri üzerinde ortaya çıktı.

Bölüm 50 : LABİRENT / Ay Işığı

$
0
0

10 Yıl Önce…

Karanlıktayım, bir ormanın içinde koşuyor ve hızla kararan gökyüzünden kaçıyorum. Daha az evvel ailemle piknik yapıyorduk. Bir anda dünya kararmış ve Güneş bizi terk etmişti. Çıkan fırtına piknik soframızı havaya uçurduktan sonra ailemle beni ayrı uçlara sürüklemişti.

İleride bir kulübe görüyor ve tüm gücümle kapısına varıyorum. İçeriden iki erkek sesi geliyor.

Kulağımı kapıya dayadığım da arkadaşım Yiğit’in sesini tanıyarak kapıya vuruyorum.

Beni duyar duymaz kapıyı açıp şaşkınca içeri alıyor. Yorgun yüzlü esmer adam, “Burada olmamalısın,” diyor. Onu tanımıyorum. Yiğit durumu izah edemeden, kulübenin etrafını siyah arabalar çeviriyor.

Öteki adam telaşla hareket ederken, bize hemen gitmemizi söylüyor. Ama Yiğit onu bırakmak istemeyerek beni arka camdan dışarı çıkarmaya çalışıyor. Anlam veremeden bir içeri bir dışarı bakıyorum. İşte o an, arabalardan birinde amcamı görerek rahatlıyorum.

“Sorun yok,” diyorum Yiğit’e. “Amcam orada, bak.”

Öteki adam (adı Mehmet’miş) bir anda beni sarsarak hangisinin amcam olduğunu soruyor. Ona amcamı gösterdiğimde korkuyla elini saçları arasından geçirip, bizi camdan çıkarmak istiyor.

Yiğit’e bakıyorum, yüzünde dehşet dolu bir ifade var. “Mehmet abi,” diyor sıkıntıyla. “Oğlunu kaçıran onlar mı?”

Mehmet onaylayarak başını salladığında itiraz ediyorum. “Amcam böyle bir şey yapmaz!”

Yiğit pes ederek bana yalvarmaya başlıyor. Gitmemi istiyor. Nereye gideceksem…

Tam o sırada arabalardan inen silahlı adamlar tarafından kurşun yağmuruna tutuluyoruz. Mehmet ikimizi bir tutup masanın altına sokuyor. Arkadaki camı göstererek, “Durdukları an gideceksiniz,” diyor. “Amcana sakın güvenme, o korkunç bir adam.”

Silahların sustuğu o üç saniyelik boşlukta kendimizi dışarı atıyoruz. Yiğit’le birlikte koşmam gerekirken, kendimi ağaçların arasında tek başıma buluyorum.

Bacaklarım yorulana ya da biri kafama vurana dek koşuyorum…


Gözkapaklarımı açtığımda her yerim dayak yemişçesine ağrıyordu. Doğrulmaya çalıştım, yapamadım. Biri adımı fısıldadığında sıçrayarak yana döndüm. Yakın arkadaşım Hazal’ın tanınmayacak haldeki yüzüyle karşılaştığımda bir daha sıçradım. O sırada öteki yanımdan kuzenim Tuğba’nın hırıltılı sesini duydum. Kan içinde ve yarı ölü vaziyetteydi.

Neler olduğunu anlamaya çalışırken, tanıdık bir evde olduğumu fark ettim. O sırada koridordan gelen seslere kulak kabarttım. Kapı aralığından Yiğit’i tutan adamları gördüm.

Amcam, kuzenim Tolga ve tanımadığım onlarca adam; Yiğit’i, Mehmet abiyi ve yine tanımadığım birkaç kişiyi içerideki odaya zorla soktu.

Aklımı kaçıracaktım, neler olduğunu bir türlü anlayamıyordum. En korkuncu da kımıldayamacak kadar ağrım olmasıydı.

Sokak kapısı kapandı ve koridorda son olarak amcamın dört yaşındaki torunu Duru görüldü. Her şeyden habersiz kendi kendine oynuyordu.

Bulabildiğim bir tutamlık güçle ona seslendim. Belki bize yardım edebilirdi. Evden çıkar, babamı bulur ve neler olduğunu öğrenebilirdim.

Duru beni duyduğunda kapı arasından gülümseyerek baktı. Ve saniyesinde yaşanacak korkunç olaydan habersiz kapıyı itti.

Kapının itilmesiyle oluşan ufak çaplı patlama, Duru’nun bedenini parçalara ayırırken çığlığım yüreğimin orta yerine saplandı. Öyle bir sıçradım ki başka bir boyuta geçtim.

Sıçrayarak doğrulduğumda, yanımda ne Hazal, ne Tuğba, ne de Duru’nun parçalara ayrılmış bedeni vardı. Az evvel leş parasıymışçasına atıldığım koltukta yalnızdım.

Burası anneannemin eviydi. Hızla ayağa kalktım, vücudumun ağrısıyla durakladım. Kollarım, bacaklarım ve karnım mosmordu. Yavaşça hareket ederek odadan çıktım. Ev de anneannemin dışında kimse yoktu.

Gördüğüm her şey rüyaysa, neden vücudum da morluklar vardı? Açıklayamıyordum.

Telefonumu elime alıp Fırat’a mesaj attım. Saatler sonra buluştuk. Ona rüyamı anlatıp, kolumdaki morlukları gösterdim.

Uzun uzun düşündük, neler olduğunu bulamadık.

Telefonunu çıkarıp Yiğit’i aradı. İyiydi ve Mehmet diye birinin çocuğu çalınmamıştı. Telefonu kapattığında, “Yaz,” dedi Fırat. “Gördüklerini yaz. Başka bir açıklaması olamaz. Bunu kitap yapmak zorundasın.”

“Devamında neler olacağını bilmiyorum.”

“Bulursun. Kendi alanında bir kitap işte, fantastik gerilim olsun, adını da Labirent koy.”

“Ya vücudumdaki morluklar?”

Omuz silkti. “Sen psikopat bir yazarsın. Sıradan bir hikaye yazarken bile içindeymişçesine kendini kaybediyorsun. Bu sefer biraz farklı, kitabın seni içine kabul etmiş. Hepsi bu.”

“İçimde bir his var, Fırat. Bunu kitap yaparsam çok canım yanacak.”

“Evet. Kitabın rüyana girerek, bunu sana önceden söylemiş zaten. Vücudunda bu yüzden morluklar var. Zorlu bir maceraya hazırsan, ki sen bunun üstesinden gelirsin, hiç durma hemen yazmaya başla.”


Eve gider gitmez gördüğüm her şeyi yazdım.

Hislerim beni yanıltmadı. O kitabı bitirmem iki sene sürdü. Defalarca pes ettim. Hatta bir keresinde yazdığım defteri parçalara ayırıp attım. Ertesi gün parçalar birleşmiş halde odamdaydı.

O kitabı defalarca baştan yazdım.

Bitirmeye yakın, defterim çalındı. Çok geçmeden defter geri döndü. Yazdıklarımı bilgisayara geçirmeye başlamıştım ki, bilgisayarım çöktü, her şey gitti. Dosyam kurtarılamadı. Tekrar yazdım.

Hayat, “pes et” dedikçe hırslandım. Bu süreçte birçok arkadaşımı kaybettim. Kitap beni bambaşka biri yapıyordu. Değişiyordum.

Kitap bittiğinde 18’ime yeni girmiştim. Çıkartmak için yayınevleriyle görüşmeye başladığım dönemde, gizemli bir adam sürekli yoluma taş koydu. Her gün tehdit mesajı alıyor ve kitabı çıkartmamam gerektiği konusunda uyarılıyordum. Tüm süreçte Fırat yanımdaydı.

Tehditlere boyun eğmedim ama bir sürü bedel ödedim. Gizemli adam, tehditlerini bir bir hayata geçirdi. Sonradan bana kafayı takan bir şizofren hastası olduğu ortaya çıkacaktı. Bu gerçek ortaya çıkana kadar tam bir cehennem hayatı yaşadım. Fakat hayatımın o bölümünü anlatmayacağım. Bilmeniz gereken tek şey, kitaplarım uğruna her şeyi yaptığım gerçeği.

Kitabım, LABİRENT/ Ay Işığı adı altında piyasaya çıktığında 18 yaşında tecrübesiz ama hırslı bir ergendim. Labirent seri bir kitaptı. İlk kitap Ay Işığı, ikincisi Son Güneş. Fakat onun için aynı savaşa girmedim. Bugün hala piyasada devam kitabı yok. Kim bilir, belki günün birinde seriyi, yeni ve tecrübeli kalemimle ele alır ve piyasaya tekrardan sunarım.

On altı yaşında fantastik bir seri roman yazan kız, takdir edilmesi gereken yerde, acımasızca eleştirilmiş ve kısa süre içinde önü kesilmişti. Böyle de acımasızdı hayat.

Tüm engellere rağmen pes etmeden yoluma devam ettim ve tanıştığım bir yazar, bana devrim niteliğinde bir eğitim verdi. Kitap çıkarma hırsımı kenara itip, kalemimi eğittim ve bugün kendi hikayemle sizlerleyim.

Bölüm 50 : LABİRENT / Ay Işığı yazısı ilk önce Kadın Sanat, etamin, dekorasyon, yemek tarifleri üzerinde ortaya çıktı.

Karantina Günleri Nasıl Geçiyor?

$
0
0

Mart’ın başıydı, çok sevdiğim bir arkadaşımın düğünü için Gönen’e gitmemiz gerekti. Perşembe akşamı apar topar hazırlanıp, ezanda yola çıktık, akşam olduğu için ikizler de arabada uyudular çok şükür😴
Çok rahat gittik, cuma günü de düğüne katıldık. İkizleri babalarına bırakıp en uzun zaman ayrılışımdı 😌
Ertesi gün de Gönen’de turlayıp Pazar günü dönüş yoluna geçtik. Eşimin Bursa’daki kuzenine de uğrayıp İstanbul’a döndük. Başka hiç bir yerde durmadık, çünkü korona virüsü ülkemize yeni gelmişti ve nerede olduğu bilinmiyordu..

Bu son evden çıkışımız oldu…

İstanbul’a döndüğümüz gün vakıalarda artış oldu. Biz Gönen’de bunu duyduğumuzdan market alışverişimizi bile orada yaptık ve eve kapandık..

İlk günlerde 10’larla ifade edilen ölüm sayıları günden güne artmaya başladı.. ABD ve başka ülkelerde bir günde binlerce kişi ölmeye başlamıştı.

Evet Mart 2020 ile ülkemize gelen Korona virüsü ile evlere kapanmıştık. Bu süre zarfında 1 kez ikizlerle muhitimizde araba ile dolaştık. Ben 2 kez bahçede yürüdüm. Eşim ise 3 kere markete gitti o kadar.

Eşim o günden beri evden çalışıyor. İşi buna el veriyor çok şükür.. Ama gecesi gündüzüne karışmış vaziyette. Onun evde olduğunu bilen ikizler de odasının kapısından ayrılmıyor.. Bir süredir yasakladığım (duvarların anasını ağlattıkları için!) boya kalemlerini bile verdim.. Ama yok illa babalarının odasına gidiyorlar.

Ben de fırsattan istifade mutfakta bol bol vakit geçiriyorum😅 Ekmek mi yapmadım 🥖 çiğköfte mi yoğurmadım😅 Lahmacun bile yaptım..

Sonra biraz hobilerime vakit ayırıyorum. Çanta dikiyorum, etamin işliyorum.. Kitap okuyorum. Youtube kanalıma videolar çekiyorum. (Hâlâ abone omadınız mı🤭🤔)

Öyle böyle oyalanacak bir şeyler buluyoruz..

Dün (11 nisan 2020) itibari ile büyükşehirlerde sokağa çıkma yasağı ilan edildi..Günlerdir evdeydik ama bir şey olmuştu.. Sosyal medyada ekmek yapıyor, challange’lar ile gülüp eğleniyorduk! ama bu haberle içime bir taş oturdu resmen.. Durumun ciddiyeti gün geçtikçe artıyordu demek ki böyle bir önlem almak zorunda kaldılar..

Günlerdir camiler cemaatsiz, Kabe insansız.. Ramazan geliyor.. İçim öyle buruk ki..

O kalabalık İstanbul sokakları bugün bomboş ve ıssız..

Ey dünya.. Soruyor musun(muyuz?) nereye gidiyoruz?

Biraz iç döküşlü bir yazı oldu ama..

İleride unutmamak için bu günleri yazmak istedim. Sevgili oğullarım Ömer ve Faruk, şu an hiç farkında değilsiniz bu durumun.. Babacığınız evde , o ve ben sizi eğlendirmek için gün içinde neler yapıyoruz bir bilseniz.. Her gün havayı güzel görüp parka çıkmak istiyorsunuz.. Sonra “park kapalı, virüs var” deyip vazgeçiyorsunuz.. Önceleri bahçede turluyordunuz, artık onu da yapamıyorsunuz.. Sizi evde tutmak gittikçe zorlaşıyor 🥺

İnşallah bu günler hayırlısı ile son bulur da, eski gezmeli günlerimize geri döneriz..

Bir ilkbaharı da böyle geçirdik işte…

Karantina Günleri Nasıl Geçiyor? yazısı ilk önce Kadın Sanat, etamin, dekorasyon, yemek tarifleri üzerinde ortaya çıktı.


Bölüm 51 : Yaz Esintisi

$
0
0

Saat gece 2.45. Uyuyamıyorum. Bebeğim içeride, Serhan yanımda uyuyor. Ona doğru döndüm, elimi yanağımın altına koyarak Serhan’ın nefes alış verişini izledim.

Bazen tüm bu olanlara inanamıyorum. Her şey bir rüyaysa ve uyandığımda Serhan olmazsa diye ödüm patlamıyor değil. Hayatımı film şeridine alıp izlediğim vakit, Serhan gibi bir adamla evlenmiş olmak… Bir peri masalının mutlu sonuymuş gibi geliyor.

Gözlerimi kapatarak yüzümü ona yaklaştırdım. Verdiği nefesi içime çektim. Bu, onun gerçek olduğunu kalbime hatırlatma ritüelim. Nefesini hissetmek, kokusuna sarılmak…

Yine de bazı anlar, yaşadıklarım birer hayalden ibaretmiş gibi geliyor. Harika bir adamla evliyim, dünyanın en şirin bebeğini doğurdum. Ben onları hak edecek ne yaptım? Kendime en çok sorduğum soru bu, cevabını bir türlü bulamadığım.

Gözkapaklarımı açtığımda Serhan’ın bana bakan gözleriyle karşılaştım. “Uyuyamıyorum,” diye fısıldadım. Kolunu açarak beni kendine çekti. Saçımdan öpüp sıkıca sarıldı.

Serhan çok konuşmaz, kelimelere ihtiyaç duymaz. Cümleler yerine, yalnızca fiilleri kullanır. Yapar, gösterir… Cümleler benim hakimiyetim altındadır. Ben söylerim, yazarım, uzun uzun anlatırım ama göstermeyi beceremem.

Serhan’ın kollarında uykuya dalmadan hemen önce kalbimde minik bir kıpırtı hissettim. Nedenini düşünmek istemeyerek uykuya daldım. Şu an isteyebileceğim son şey bile değildi: Öngörü görmek.


Rüya da olduğumun bilincindeyim. İçim mutlulukla dolu. Bir arabanın içindeyim. Şoför koltuğunda Serhan var. Arka fonda daha önce duymadığım bir şarkı çalıyor. Sanki neşenin melodisi. Rüyamdaki halim, şarkıyı biliyor ve eşlik ediyor. Yüzümde koca bir sırıtışla arkaya dönüyorum. Oğlumla karşılaşmam gereken yerde o yok. Arkadaki çocuk koltuğunda dört yaşında bir kız oturuyor. Rüyamdaki ben garipsemiyorum. Kıza öpücük gönderiyor, onun da bana karşılık vermesiyle önüme dönüyorum.

Kız çok güzel, kalbimde minik bir kıpırtı oluşturuyor. Bu kıpırtı uyumadan önce hissettiğimle aynı ve uyandığımda kocaman olmuş olacak. Biliyorum. Her şeyi rüyamda hissediyorum.

Kızın adını rüyamdaki halim biliyor ama ben bilmiyorum. Açık kestane rengi saçları dalgalı, çekik gözleri ela; yanakları tıpkı oğlumunkiler gibi dolgun ve çıkık, dudağı ne çok ince ne çok kalın, minicik bir burun ve minyon bir beden. Büyüleyici bir güzelliği var.

Serhan kontağı kapattığında kız ellerini çırpıyor. Arabadan iniyoruz, ben bagajdan çanta alırken, Serhan kızı indiriyor.

Oğlum yok… Yüreğimde bir boşluk oluşuyor ama rüyamdaki halim farkında değil.

Üçümüz birlikte okul tarzı bir binaya giriyoruz. Her yerde süslemeler ve afişler var. Uzun koridorda yürüyoruz. İleriden bir kadın beni görünce koşarak yanımıza geliyor. Bu, doktor arkadaşım Filiz. Bana sıkıca sarılıp, koridorun sonundaki odaya doğru yönlendiriyor.

Burasının okuduğum mahalle ilkokulu olduğunu rüyamdaki halim biliyor. Gerçeğinden öyle farklı ki, ben neresi olduğunu anlayamıyorum.

Koridorun sonundaki oda bizi, mezunlar partisinin olduğu ana salona çıkarıyor. Herkes burada. Eşleri ve çocuklarıyla…

Çok sevdiğim ingilizce hocam bizi gördüğünde gülümseyerek yanımıza geliyor. O an fark ediyorum, 2020 yılında değiliz. Herkes çok değişmiş, bazılarının 2-3 çocuğu var. Beli bükülen hocalar, torun torbaya karışanlar… Hangi yıldayız?

Selçuk Hoca, (ingilizce hocası) gülerek, “Ee Alparslan yok mu?” diye sorunca içime koca bir su serpiliyor.

Oğlum var, rüyamda da gerçek. Ama neden Murat’ı değil de ikinci adını kullanıyor bilmiyorum. Ona son senelerde Alparslan dediğimizi anımsıyorum.

“Ergenlik dönemi,” diyerek gözlerimi deviriyorum. “Gelmek istemedi.”

Biz hocamla koyu bir sohbete dalıyoruz. Serhan da müsade isteyip Filiz’in kocasının yanına gidiyor. Kızımız benle kalıyor.

Çok geçmeden Fırat’ı görüyorum. Yüreğimde bir burukluk hissetsem de rüyamdaki halim mutlulukla ışıldıyor. Fırat’la birbirimize sarılırken, kızım da kendi akranında bir kıza sarılıyor. Fırat’ın kızı olduğunu biliyorum, aynı ona benziyor. İlk çocuğu, evlendikten hemen sonra hamile kalmış eşi. Onu da tanıyorum, dünya güzeli bir kızıl. Yanımıza geliyor, kucaklaşıyoruz.

Hepimiz, tüm eski dostlar bir araya geliyoruz. Mehtap da buralarda, boyuna gelmiş kızıyla.. Boyuna gelmiş…

2035 yılındayız. Çocukluğumuzun geleceğinde. Çocukken nasılsak yetişkinliğimizde de aynıyız.

Bu Mavi Kış’ın olmasını dilediğim finali. Rüyamda, bir öngörü halinde.

Uyandığımda Serhan yatakta yoktu. Gece öyle zor uyumuştum ki.. Üstüne bir de gördüğüm rüya yüzünden dinlenememiştim. Boş tavana gözlerimi devirerek baktım. Serhan’ın sesi içeriden geliyordu, Murat’ın sesine karışarak. Elim gayri ihtiyari karnıma gitti. Rüyamın ayrıntılarını hatırlayarak doğruldum. Bir kızım vardı, büyüleyici güzellikte bir kız.. Rüyam doğruysa bundan on bir sene sonra dünyaya gelecekti. Yine de içime bir kurt düşmüştü, ya öngörüm şu an ki zaman diliminde hamile olduğumu söylüyorsa…

Telefonuma uzanarak adet takvimimi açtım. “İki gün..”

İki gün gecikmiştim. Kalbim ağzıma varırcasına çırpındı. Dünyanın en güzel çocuğunu doğuracak olsam da şu an ikinci bir bebeği bünyem kaldıramazdı. Parmaklarımı saçlarımın arasından geçirerek düşündüm. Olabilir miydi?

Hayır, olmamalıydı.

İstanbul’a yerleşmeden ikinci bir çocuk düşünmüyordum.

Yatak odasının kapısı yavaşça aralandı. Serhan uyandığımı görünce gülümseyerek kapıyı tamamen açtı. Kucağında beni gördüğüne sevinen oğlumla içeri girdi. Telefonumu bırakıp sarı kafalı bebeğime uzandım.

Gözlerimi kapatıp oğlumun kokusunu ve nefesini içime çekerek, kendime onun varlığını hatırlattım. Bu hayattaki en güzel ödülümdü ve onu tamamiyle tatmadan ikinci bir çocuğum olmamalıydı.

Serhan yanımıza uzanıp, “iyi misin?” diye sordu.

Omuzlarımı silkip, “Gecikmişim,” dedim.

Gülümsedi. “Bence üstesinden geliriz. Ne de olsa artık birlikteyiz.”

“İkinci bir çocuğa hazır değilim.”

Gözüyle Murat’ı işaret ederek, “İlkine de değildin,” dedi.

Gözlerimi devirerek iç çektim. Yaklaşıp önce beni, sonra oğlumuzu öptü.

“Hamile olduğunu sanmıyorum ama sana benzeyen bir kızımız olsa fena olmazdı.”

İşte o an rüyamdaki kızın benim çocukluğuma çok benzediğini farkettim ve bir yaz akşamında dünyaya geldiğini anımsadım. Tüm detaylarını ezberlercesine aklıma kazıdım.

Gelecek ne getirecek ya da Mavi Kış nasıl Yaz Esintisi olacaktı bilmiyordum amma rüyamın gerçekleşmesi için her şeyi yapardım.

Bölüm 51 : Yaz Esintisi yazısı ilk önce Kadın Sanat, etamin, dekorasyon, yemek tarifleri üzerinde ortaya çıktı.

Bölüm 52: Annelik

$
0
0

Günler günleri, haftalar haftaları kovaladı. Serhan haklı çıkmıştı. Hamile değildim. Kendimi oğluma ve işime verdim.

Buraya alışmak ve alışmamak arasında gidip geldiğim sıralar komşularımla aramızdaki zorla inşaa ettiğim o ince ip koptu.

Zamanımı çoğunlukla Ecrin ve onun ailesiyle geçirmeye başladım.

Murat sekiz aylık oldu ve geçenlerde ilk kelimesini söyledi. Anne demesini bekliyordum.

Demedi.

Ecrin ile birlikte ormanda yürüyorduk. Bebeğim arabasında oturup kendi dilinde konuşuyor ve etrafı gösteriyordu. Sonra birden bizim dilimizde bir kelime söyledi. Minik parmağı gökyüzünü işaret ediyordu. Bizim dilimizi kendi diline harmanlamış ve mavi anlamına gelen “mami” demişti. Arabayı sürmeyi bırakıp oğlumun yanına çömeldim. Bir daha söylemesini istedim. Minik beyaz dişlerini bana göstererek, “mami” dedi.

Ecrin’le katıla katıla gülmeye başlayınca, spor yapan yaşlı Almanlar durup bize bakmaya başladı. Kimseyi umursamadım. Oğlum ilk kelimesini söylemişti, umrumda olmazlardı. Bebeğimin yüzünü avuçlarımın içine alarak öptüm. Benim mutlu olduğumu fark ederek birkaç kez daha mami dedi.

Mutluluk kahkahama gözyaşlarım eşlik edince, annemin sesi kulaklarımda çınladı. “Anne olduğunda beni anlayacaksın.”

Annelik tam olarak böyle bir şeydi. Gülerken ağlamak, ağlarken gülmek… Duygularını yönetememek…


İlk kelimesinden birkaç gün sonra ikinci kelimesini söyledi. O gün tahammülü imkansız bir baş ağrısıyla kafamı yastıklara gömmüş yatıyordum. Murat da yanımda uyuyordu. Bir an saçlarımda minik elini hissettim. Sonra da o kelimeyi duydum. “Anne”…

Yanlış duyduğumu sanarak başımı kaldırdım. Gözlerimi kırpıştırarak oğlumun boncuk boncuk bakan gözlerine baktım. Gülümseyerek tekrar “anne” deyince onu kollarıma aldım ve ağlamaya başladım.

Duygularımı neden kontrol edemiyordum bilmiyorum. Ama o an içim korkunç derecede anneme olan özlemimle dolmuştu. Bütün duyguları karmakarışık yaşadığım o an, Serhan’ın eve geldiğini duymadım.

“Hey, ne oldu?” diyerek yatağa oturunca onu fark ettim.

“Anne dedi,” diyerek burnumu çektim ve oğlumda beni tastiklercesine “anne” dedi.

Serhan yüzünde koca bir sırıtışla bizi öptü. “O zaman sana biraz daha ağlayacağın bir şey söyleyeyim.”

“Ah, hayır,” doğruldum. “Kötü bir şey mi oldu?”

Başını iki yana salladı. “Haber beklediğim şu iş, oldu. Önümüzdeki haftadan itibaren geceleri evde, gündüz işteyim. Yani eğer her şey hesapladığım gibi olursa en geç üç yıl sonra İstanbul’a yerleşmiş oluruz.”

Beynimin uyuştuğunu hissettim. Ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemeden öylece kaldım. Üç yıl.. Üç yıl sabredersem, yalnızlığımın evine ailemle yerleşebilecek miydim?!

Çığlık atmak istiyor ama olduğum yerden kımıldayamıyordum. “Üç yıl” diye mırıldandım.

“En geç üç yıl,” dedi Serhan.

Başımı sallayarak iç çektim. Bitecekti. Nihayetinde bu soğuk ülkeden gidecektik.

Serhan gündüz çalışmaya başlayınca hayatımız biraz daha düzeldi. Fakat onun her gece evde oluşu Murat’ın pek de hoşuna gitmedi. Serhan hafta içi gece yokken, Murat benimle uyuyordu. Onun içeri oda da uyuması beni inanılmaz rahatsız ettiği ve doğduğunda da yalnızlığımın evinde benimle uyuduğundan.. Sonuç olarak Serhan iş için çıktığında Murat’ı yatağından alıp yanıma yatırıyordum. Ben ona, o bana bağımlı hale gelmiştik. Şimdi Serhan her gece evdeydi ve Murat onu yatakta istemiyordu. Üçüncü kelimesi “git” olacak diye ödüm kopuyordu. Bunca aydır geceleri bizimle olmayan babasının bir anda yattığı yere gelmesini hoş karşılamamıştı. Haklıydı tabii! Tek suçlu bendim. Onu alıştıran ve kendime bağımlı yapan.. Hoşuma gitmiyor değildi, aslında. Bu ülke de olmak yeterince rahatsız ediciydi. Biraz da Serhan rahatsız olsun diyordum. Bencillik ettiğimin farkındaydım ama bazen bazı durumlarda bencil olmak gerekiyordu.

Oğlumun üçünü kelimesi neyse ki git olmadı. Kendi gibi sarı kafalı olan yeğenimin adı oldu: “Fehim”. Dördüncü kelimesi öteki ablamın ufak kızının adıydı.

Ablamların son ufaklıklarının da ilk kelimelerinden biri benim adımdı. Fehim daha baba demeden Eylül diyordu. Şimdi de Murat evde Fehim diye gezince, o zamanlar eniştemin delirdiği gibi Serhan deliriyordu. İnatla baba demiyordu. Sırayla tüm yeğenlerimin adını söyledi. Dede, teyze, hala, anneanne..

Görümceme ilk hala dediğinde, ilk yeğeni olduğundan mutluluktan havalara uçmuştu. Tabii, telefon kamerasından görüşüyorduk.

Murat işi abartıp, babadan önce bir de Ecrin demesin mi! Anlaşılan oğlum neredeyse konuşmayı sökecekti ama baba demeyecekti.

Hamileliğimi yalnız geçirdiğimden ve buradaki ilk haftalarda yaşadığım bunalımı hissettiğinden miydi neydi bilinmez amma içinde Serhan’a karşı bir öfke vardı. Bunu gözle görebiliyordum. Ona her fırsatta baba dedirtmeye çalışıyordum. İkisinin arasını düzeltmek için çalışma başlattım. Serhan artık akşam işten eve gelince daha çok Murat’a zaman ayırdı. Böyle böyle birkaç hafta sonra aralarındaki buzlar yavaşça eridi.

Dokuzuncu ayı bitip, onuncu ayına girdiği hafta hiç emeklemeden birden ayaklandı. Oturma odasında oturuyorduk. Murat yerdeydi. Ayağa kalktı, koltuğa tutundu ve elini Serhan’a uzatarak, “baba” dedi.

Serhan’ın gözlerinden fışkıran mutluluğu görünce gülümsedim. Hemen fırladı ve Murat’ın uzattığı eli tuttu. Bir kez daha “baba” dedi.

İşte o an artık bütün parçaları birleşmiş bir aileydik.

Bölüm 52: Annelik yazısı ilk önce Kadın Sanat, etamin, dekorasyon, yemek tarifleri üzerinde ortaya çıktı.

Hoşgeldin Ya Şehr-i Ramazan

$
0
0

Çok şükür bu sene de Ramazan ayına eriştik.. Bu sene Ramazan çok değişik geçecek, hem benim hem de dünya için..

Ben ikizlerimden dolayı ilk 2 sene oruç tutamadım.. İlk hamileliğimde, ikincisi de emzirme dönemimde.. Çok şükür geçen sene tutabildim..

Hamileliğim ve diğer süreçlerimde sağolsun annem ve babam bizimleydi. Ramazanı hep beraber geçiriyorduk.

Bu sene de geleceklerdi ama korona yüzünden gelemediler.. O yüzden bu Ramazanımız biraz buruk başladı.. Zaten karantina sürecinde olmak biraz değişik..

Her şeye rağmen herkese hayırlı, huzurlu ve sağlıklı Ramazanlar diliyorum😌

Daha önceki Ramazan yazılarım ve menülerim için buraya tıklayabilirsiniz.

Hoşgeldin Ya Şehr-i Ramazan yazısı ilk önce Kadın Sanat, etamin, dekorasyon, yemek tarifleri üzerinde ortaya çıktı.

Bölüm 53: Üçüncü Evre

$
0
0

Üç Yıl Sonra

Sanayi tipi küçük evin boş odalarında son kez yürüyorum. Eşyaların bir kısmı satıldı. Bir kısmı da kamyona yüklendi. Üç buçuk yılımı geçirdiğim bu ev öyle yabancılaştı ki birden, hiçbir zaman bağlanamadığım, bir türlü sevemediğim bu eve veda etmek bir nebze dahi hüzün vermiyor içime. Kapıyı kapattığımda mutluluktan çığlıklar atabilir ve bir daha bakmamak üzere arkamı dönebilirim.

Kapıya astığım çantamı aldım. Anahtardan anahtarlığımı çıkarıp, anahtarlığı çantama, anahtarı Serhan’a verdim.

Serhan evden çıkınca içeriye Ecrin ve onun elini tutan oğlum girdi. Ecrin’le birbirimize bakıp sırıttık. Bu onunla geçireceğimiz son an değil. Bu bir veda değil.

Geçen aylarda nişanlandı. Bu yılın sonunda düğünü olacak ve İstanbul’a bana komşu olarak gelecek. Burada komşularımla pek bir bağım olmadı, ama İstanbul da olacak. Her şey çok güzel oldu ve olmaya devam edecek.

Boş eve son bir bakış atıp Ecrin’e sarıldım. Birlikte evin kapısını kapatıp, korkunç merdivenlerinden çıkışa doğru yürüdük.

Dün burada edindiğim küçük çevreyle vedalaştım. O yüzden şuan yalnızca Ecrin ve onun ağabeyi var. Bizi havalimanına onlar bırakacak.

Arkamı dönüp yine de eve son kez baktım ve arabanın arka koltuğuna oğlum ve Ecrin’le oturdum.

Serhan ev sahibiyle vedalaştıktan sonra yolcu koltuğuna oturarak bana gülümsedi.

Ecrin’in ağabeyi kontağı çalıştırdı ve hayatımın üçüncü evresi için yol aldık.


Bu geçen üç yılda, Serhan hedeflediği işi yaparak, kendi işini kurdu. Altı ay önce de işini İstanbul’a taşımaya başladı. Bu süreçte Murat büyüdü, ben olgunlaştım.

Altı ay önce aileme Serhan’ın işini İstanbul’a taşıyacağını söylediğimizde neredeyse uçmayı keşfedeceklerdi. Şimdi, bugün mutlulukla bizi bekliyorlar.

Havalimanından içeri ilk adımımı attığımda istemsizce irkildim. İçimi kapyalayan, “ya her şey bu kadar güzel olamazsa” düşüncesine karşı gelemedim.

Derin bir nefes aldım ve tüm düşünceleri, öngörü hali gelmeden uzaklaştırdım. Yaklaşık beş saat sonra ailemle olacaktım, düşünmek istediğim tek şey buydu.

Üstelik aileme ve size henüz söylemediğim ufak bir sırrım var. Onu düşününce kıkırdadım.

Serhan valizleri alırken, ben de oğlumun elini tuttum.

Üç kişilik ailemiz bir anda büyüyecek, beş ay sonra genişleyen ailemize minicik bir kız daha katılacaktı.

Elimi karnıma koyarak gülümsedim. Evet, aileme söylemediğim küçük sırrım burada, huzurla yatıyor. Fakat Murat kadar uslu bir çocuk olmayacak, fırlamanın tekine hamileyim. Sanırım annemin, “senin çocuğun da sana benzesin,” diye ettiği duaların kabulü olacak.

Valiz teslim noktasında Serhan’ın eli boşalınca, Murat’ın öteki elini de o tuttu. Üçümüz birlikte bizi İstanbul’a götürecek uçağa doğru adım attık.

Bölüm 53: Üçüncü Evre yazısı ilk önce Kadın Sanat, etamin, dekorasyon, yemek tarifleri üzerinde ortaya çıktı.

Etamin Gül Şablonları

$
0
0

Etamin gül şablonları işlemesi en zevkli ve güzel olanlardır. Bu şablonları bir pano ya da havlu için kullanabilirsiniz. Uygulaması ve işlemesi de ayrıca çok zevkli olacaktır.

Gül şablonlarını işlemeye öncelikle renkleri ayarlayarak başlamalısınız. Deseninize göre renk uyumunu yakalarsanız harika olacaktır.

gül etamin runner
güllü etamin şablon
Gül etamin şablon
Etamin gül şablon
Etamin gül şablon
Etamin gül şablon
Etamin gül şablon
Etamin gül şablon
Etamin gül şablon
Etamin gül şablon
Etamin gül şablon
Etamin gül şablon
Etamin gül şablon
Etamin gül şablon
Etamin gül şablon
Etamin gül şablon
Etamin gül şablon

Resimlerin üzerine tıklayıp büyük hallerini indirebilirsiniz.

Bu şablonları alıp ister etamin kumaşına, isterseniz etuval denilen ince kumaşlara işleyebilirsiniz. Ayrıca etaminli havluya da işlerseniz çok çok güzel olur.

Ben daha önce bir pano işlemiştim, onun da linkini buraya bırakıyorum. Siz de işlediğiniz güzel şeyleri benimle paylaşırsanız çok sevinirim.

Etamin Gül Şablonları yazısı ilk önce Kadın Sanat, etamin, dekorasyon, yemek tarifleri üzerinde ortaya çıktı.

Viewing all 779 articles
Browse latest View live