1 Hafta Sonra / Selanik
-Sibel-
( Bir Önceki Bölümden: Yarım saat dolmadan, Arya’nın yaptığı tüm planı kabul etmiştik. Anlattığı her şey delice gelse bile başımızı sallayıp ona hizmet etmekten kendimizi alı koyamadık. )
Aynı ağaçların arasında nefes nefese koşuyoruz. Gece tüm ihtişamıyla gülümsüyor. Yaprakların hışırtısı, peşimizdeki adamların adımlarına karışıyor. Neyin, kimin gerçek düşmanım olduğunu bilmiyorum. Kimden, neyden kaçtığımızı anlayamıyorum. Alper’den uzaklaşmamaya çalışıyorum. Arkama dönüp bakmadan koşuyorum. Bakarsam takılır ve düşerim.
Arya ve kocası Dane hemen önümüzde el ele koşuyor. Hepsinin elinde birer silah var. Benim ellerim boş. Silah kullanmayı bilmiyorum. Bilsem bile birini öldürebilir miyim: Sanmıyorum. Arya, benim bir büyücü olduğumu ve büyüyü silah olarak kullanabileceğimi söyledi. Bana birkaç büyü öğretti ama birini öldürmek için büyü yapmak istemiyorum. Büyücü olduğuma bile inanmıyorum.
Arya bir cadı ve benle Alper’i bir amaç uğruna kullanıyor. Kızını kurtarmanın ötesinde bir amaç için… Dün bize yaptığı büyünün tesiri geçti ama bilemediğimiz bir sebepten ötürü arkamızı dönüp gidemedik. Aksine onunla, ‘Ana Giriş’ dediği, Selanik de ıssız bir ormana geldik.
Belki de tek sebep merakımızdı. Arya’nın Ceramilia dediği yeri görmek istiyordum. Öyle bir yerin var olduğunu, hakikatte ne olduğumu bilmek istiyorum. Kimin, neyin soyundan geldiğimi anlamak; geçmişi öğrenmek, geleceğime yön vermek istiyorum. Artık sıradan ve verilen emirleri yerine getiren o kız olmak istemiyorum.
Ormana girer girmez peşimize nereden çıktıklarını anlamadığımız onlarca silahlı adam takıldı. Kimisi polis üniforması giymiş, kimisi sivildi. Bize ateş açtıklarında Alper ve Dane boş durmamış, hem koşmuş hem de ateşe karşılık vermeye başlamıştı.
Yerde odun yığınları gördük. Onları siper alarak, yere yattık. Alper silahını odunların arasına yerleştirdi. Dane hemen yanındaydı.
“Az öteye kay,” dedi Alper, omzuyla iterek. “Bir Nazi’yle omuz omuz çarpışmam.”
Dane’nin masmavi gözleri ince bir çizgi halini aldı. “Ne o, Nazilik mi bulaşır?”
Dane’nin kusursuz Türkçesini ilk duyduğumda onun da bir cadı olduğunu sanmıştım. Ama sonra Arya, cadılığın kadınlara özgü olduğunu anlattı. “Dane’nin Türkçesi benim eserim,” demişti göz kırparak.
“Senin hastalığın bile bana bulaşamaz.”
“Doğru, bulaşmak gibi bir hata yaparsa, bir Türk Askeri olarak gerekirse kafana sıkarsın.” Alper tam ağzını açmıştı ki Dane devam etti. “Biliyor musun, sizler bizden daha ırkçısınız. Sadece siz bizim gibi ulu orta bir soykırım yapmadınız.”
O an Alper, Dane’ye öyle bir bakış attı ki, ne olursa olsun Alper’le düşman olmamam gerektiğini aklımın bir köşesine yazdım.
“Biz mi ırkçıyız? Neye dayanarak söylüyorsun bunu? Türkiye de kaç farklı ırkın yaşadığını biliyor musun? Onların nasıl hayatlar yaşadığını, yerli halktan farkları olmadığını.. Hatta bazılarının ayrıcalıkları olduğunu, duymuş muydun? Ya da dur, Türk Askerinin bugün nerelerde savaştığından haberin var mı? Dahası, o çatışmaları toprak kazanmak için yapmıyoruz. İnsanlar yaşasın diye her gün yüzlerce Askerimizi şehit ediyoruz. Şimdi istersen beni ırkımla yargılama, ya da eski bir Nazi’ye saygı duymamı bekleme.”
Varlığını az daha unutacağım Arya, kendini hatırlatırcasına yanımda belirerek, “Irk kavgası yapmayı bir kenara bıraksanız ve gelenlere odaklansanız,” dedi.
Dane yakışıklı olduğu kadar da iticiydi. Alper’in söylediklerine omuz silkerek ona iyice yanaştı. “Eski bir Nazi’yle omuz omuza çarpışacağın için üzgünüm,” dedikten sonra silahını ateşledi.
Çıkan sesle olduğum yerde sıçradım. Alper korumacı bir tavırla beni arkasına geçirdi.
Çevremiz bir anda kuşatılmış ve orman savaş alanına dönmüştü. Ellerimle kulaklarımı kapattım. Arya beni çekti: “Koşarak gidersek ulaşabiliriz.” Gayri ihtiyari Alper’i tuttum. Bir yanım Ceramilia’yı merak etse de, büyük bir yanım Arya’yla yalnız gitmek istemiyordu.
“Onlara niye büyü yapmıyorsun?” diye bağırdım Arya’ya.
“Onlar zaten büyü altında. Hepsi Efsun’a çalışıyor. Ceramilia’nın girişini bizim gibi izinsizlerden korumak için buradalar.”
“Bunu keşke ormana girmeden önce söyleseydin,” diyen Alper’di.
“O zaman benimle gelmezdiniz.”
Cadı olmasa, ağzının ortasına vurmak istediğiniz türde bir kadındı Arya. Ama cadılığını dışa vurduğu o ana tanık olduğunuzda, içinde bir şeytanın var olduğunu görerek, uzak durulması gereken bir kadın olduğunu anlarsınız. Yaptığı büyüler eski bir lisandı. Latinceyi andırsa da, “Hayır,” demişti. “Bizim ana dilimiz Sanskritçedir. Soyumuzun ilk olarak Pencap’tan (Yukarı İndus Vadisi) çıktığı düşünülür. Yani Milattan Önce 2.bin yılın ilk yarısına dek uzanan bir geçmişimiz var.”
“Hepsini öldüremeyiz,” dedi Dane. “Sürekli çoğalıyorlar.”
“Bu yüzden Sibel’le gitmeliyiz. Siz arkamızı kollayın.”
Her ne kadar Alper olmadan gitmek istemesem de Arya haklıydı. Dördümüzün aynı anda bahsettiği kapıya ulaşması imkansız görünüyordu. Odun yığınlarının ötesine, savaş meydanına baktım. Ölenlerin sayısı, uzaklardan gelenlerin çeyreği bile etmezdi. Alper’le göz göze geldik. İstemsizce omuz silktim.
Onları silahlarıyla baş başa bırakıp Arya’yla ormanın derinliğine doğru devam ettik.
Önce silah sesleri duyulmaz oldu. Sonra ağaçlar seyrekleşerek bizi koca bir kayanın önüne uğurladı.
“Kapı bu mu?” dedim hayretle.
Arya kıpkırmızı gözleriyle bana bakıyordu. Elini uzattı. Tereddüt ederek elimi avucuna koydum. “Kapı yalnızca bir büyücü kurban edilirse açılır,” der demez beni kendine çekerek, nereden çıkardığını anlamadığım bıçağı bileğime dayadı. Her şey o kadar hızlı olmuştu ki neredeyse acı bile duymamıştım.
Kağıt kesiği gibi bir histi, bıçağın sol bileğimdeki damara ulaştığında duyduğum. Önce bileğime ateş değmiş gibi oldu. Sonrasında çıkan kan bedenimi buza çevirdi. Kanım öyle çok ve şiddetli fışkırıyordu ki…
Arya bileğimi kayaya sürerken, bana bahsettiği Efsun’dan daha ürkütücü görünüyordu. O an Arya’nın Efsun’dan daha güçlü ve tehlikeli olduğunu anlamıştım. Fakat kaya kanımı içtiğine göre, anlamakta çok geç kalmıştım.
Dizlerim kanı çekilen bedenimi taşımakta zorlanarak çöktü. Arya beni öyle sıkı tutuyordu ki, vücudum patates çuvalı misali düşmemişti. Kolum kayada, bacaklarım yerde, gözlerim ve kalbimse dün gecedeydi. Bütün hayatım koca bir hiçti ve yaşayamadan ölüyordum.

-Alper-
Dün Gece / Köln
Sislerin içinde ağaçtan bir ev var: Sanki bulutların üstünde duruyormuşçasına havada. Bir fısıltı adımı söyleyerek beni eve çağırıyordu. Yaklaştığım sıra içeri girebilmem için, ev benim hizama indi. Kapı açıktı. Tereddüt bile etmeden içeri girdim.
Karanlık karşılamıştı beni. Gözlerimi birkaç kez kırpıştırdık sonra evin içini görebildim. Gaz lambasının aydınlattığı tahta ev, eski dönemlere ait görünüyordu. Duvarlarda kurutulmuş otlar, raflarda renkli sıvılı şişeler vardı.
Evin sol köşesinden gelen bebek sesiyle olduğum yerde sıçradım. Göğsü açık bir kadın oturuyordu yerde. Kucağındaki bebeğe memesini vermeye çalışıyor, bebekse sadece ağlıyordu. Kadın çaresizliğiyle öyle boğuşuyordu ki girdiğimi görmemişti. “Sus artık!” diye azarladı bebeğini. Göğsünü tutup ağlayan bebeğin ağzına soktu. Bebek nefesi kesilircesine çırpınınca onu hırsla sarstı. “Emsene, Allah’ın cezası!” diye bağırırken kaldırdığı elini bebeğinin dört parmak büyüklüğündeki suratına indiriverdi.
Çıkan sesle üstümdeki şoku atıp kadına doğru yöneldim. “Ne yapıyorsun!”
Kahverengi gözlerini nefretle üstüme dikti. “Ne istersem yaparım, ben doğurdum onu!” bebeği göğsünden çekmeden kendine bastırdı.
“Nefes alamayacak..”
“Sakın! Bir adım daha yaklaşma!”
Durdum. Bebeğin sesi kesilmiş, ayakları çırpınıyordu. “Onu öldüreceksin.”
Sarı dişlerini göstererek omuz silkti. “Yenisini yaparım. Belki o bunun gibi zırlamaz.”
Tam ağzımı açmıştım ki nereden geldiğini anlamadığım yaşlı bir kadın hışımla bebeği aldı ve yerdekine, buruşmuş bir elden beklenmeyecek sertlikte bir tokat attı. Tekrardan nefes alan bebek ağlamaya kaldığı yerden devam etti.
Yaşlı kadın bana dönüp bebeği kollarıma bıraktı. “Bundan sonra torunuma sen bak, Alper. O sana emanet.” Kadının yeşil gözleri bir çeşit tılsım gibiydi. Dönüyor ve beni etkisi altına alıyordu. Başımı salladım. Bebeğin ağlaması kesilmişti. Yerdeki kadın bana nefretle bakarken, yaşlı olan güven veriyordu. Bana iyice yaklaştı, kulağıma, “Adı Sibel,” diye fısıldadı.
Nefes almaksızın çırpınıyordum. Yıllar sonra ilk defa gözlerimi, göğsümdeki karaltıyla açmıştım. Dünya yeniden durmuş, aklım bir kez daha beni bırakmıştı.
Tımarhanede kullandığım ilaçlardan sonra bir daha kabus görmemiştim. Birkaç saatlik rüyasız uyku gün boyu ayakta kalmamı sağlıyordu. Günler önce yediğim büyülü ekmekten sonra zaten beynim bir cadının komutuna geçmişti. Ta ki şimdiye dek.
Karabasan üstümden kalkar kalkmaz ayaklandım. Kendimi hissedebiliyor, beynimde kendi sesimi duyabiliyordum. Arya’nın sesi gitmiş, emirleri sönmüştü. Büyünün etkisi bir kabusla geçmişti. Bir anda duraksadım. Gördüğüm rüyayı düşündüm.
Yaşlı kadın bebeğin adına ne demişti? Sibel…
Yatakta uyuyan Deniz’e baktıktan sonra sessizce odadan çıktım.
Sibel’in kapısı tam açacaktım ki, “Öküzlüğün alemi yok,” diye düşünerek kapıyı tıklattım. Acaba büyü onu da terk etmiş miydi?
Kapıyı iki kez tıklattım. Ses gelmeyince yavaşça açtım.
Yatakta oturuyordu. Başını kaldırıp bana baktı. Gözleri kızarmış, yanakları ıslanmıştı. Tıpkı rüyamdaki bebeğe benziyordu. “İyi misin?” diye fısıldayarak içeri girdim. Kapıyı tekrar kapattım.
Başını iki yana salladı. “Büyünün etkisi geçti.”
“Ve bu seni kötü mü hissettirdi?”
“O değil..” elinin tersiyle sertçe yanağını sildi.
“Oturabilir miyim?”
“Tabi. Anlaşılan sen de büyünün etkisinden çıkmışsın?”
Başımı salladım. Günlerdir beynimde Arya’nın sesi çınlıyor, ne derse yapıyordum. Hatta bu sabah hapisten Dane’yi alıp gelmiştim. Şimdi içeride karısıyla uyuyor. Onu gördüğüm ilk an, geleceğimden haberi olduğunu anlamıştım. Dane de karısı Arya kadar tuhaftı. Büyünün etkisinde olduğumuz şu süreçte Sibel’le iki çift laf edemedik. Konuştuğumuz tek kişi Arya’ydı. Dane’yi alırken ya da eve geldikten sonra bile onunla konuşmamıştım. Deniz de bizden farklı değildi. Bir kukla gibi annesi ne derse onu yapıyordu. Evde herhangi bir büyü altında olmayan tek kişi cadının ta kendisiydi.
Günlerdir defalarca kırıp, Arya’nın yaptığı sihirle normale dönen duvara baktım. Beden gücü gerektiren her türlü işi ben yapmıştım. Arya tuhaf otları birbirine karıştırıyor, bazen kötü kokan bazen de meyve kokan iksirler hazırlıyordu. Ardından aynılarını Sibel’in yapmasını istiyordu. Ölü olan Sanskritçe dilinde yaptığı büyüleri Sibel’e öğretiyordu. Güya Sibel bir büyücüymüş! Az önce gördüğüm rüyadaki evi hatırlayınca ürperdim.
“Bir şey mi oldu?” diye sordu.
Yüzümü ona döndüm. Gözlerinden hala yaşlar düşüyordu. Gayriihtiyari onları sildim. “Neden ağladın?”
Gözlerini yumdu. “Rüyamda annemi gördüm.” Gördüğü şeyi hatırlayarak irkildi. Espri yapmadan bekledim. Tekrar gözlerini açtı. “Bebektim, beni emzirmeye çalışıyordu. Sürekli ağlıyordum. Annem çok ağlayan bir bebek olduğumu söyler hep. Beni çok zor büyüttüğü için başka çocuk yapmak istememiş. İşte rüyamda da onu emmiyorum diye vurdu bana.”
Burnunu çekerek sustu.
Neden bilmiyorum, “Annen nasıl bir kadın?” diye soruverdim.
Omuzlarını silkti. “Aslında kendi halindedir. Çocukken beni hiç dövmedi. Her anne gibi bağırırdı tabi ama vurmamıştı. Rüyamdan niye bu kadar etkilendim bilmiyorum. Rüya gibi değil de gerçek gibiydi. O tokadı uyandığımda hissediyordum.”
“Belki de büyüden çıkman için atılan bir tokattı.” Gülümsedim.
Gülümsedi. “Belki de.”
“Devamını gördün mü?”
Başını iki yana salladı. “Tokadın sesiyle uyandım.”
Beni görmemişti. Aynı anda aynı rüyanın içindeydik. Bunun anlamı neydi? “Bundan sonra torunuma sen bak, Alper. O sana emanet.”
Bir anda kendimi kontrol edemedim. Ellerini tuttum ve onu kendime çektim. Rüyamdaki bebeğe sarılmışım gibi ona sarıldım. “Bundan sonra ben yanındayım.”
Başını geri çekip yüzüme baktı. “Belki de bir büyücüyüm. Belki kötü biriyim. Kim olduğumu bile bilmiyorum.”
Yüzüne düşen saçını kulağının arkasına sıkıştırdım. “Ben de bilmiyorum.” O an neden yaptım bilmiyorum ama onu öptüm.
Arya odaya pat diye dalıp, “Gidiyoruz,” diyene kadar şaşkınca birbirimize baktık. Sibel de benim kadar şaşkındı onu öptüğüme.
Sonrasında gece çok hızlı sabaha ve tekrar geceye dönüştü. Büyünün etkisinden çıkmış olmamıza rağmen Arya’ya karşı gelmedik.
Dane uyuyan oğlu Deniz’i bir arazi aracının bagajına koydu ve direksiyona geçti. Yanına ben oturdum. Arya ve Sibel arka koltuktaydı. Yol boyu kimse konuşmadı. Hiçbir gümrükten geçmedik. Arabanın görünmez ve yerden yüksekte seyrettiğini düşündüm. Artık fantastik dünyanın varlığını ve içine, istemeden de olsa, girdiğimi kabul etmiştim.
Arabanın motoru Selanik de ıssız bir ormanın önünde kapanana dek çıt çıkmadı.
KİRAZ KEMİĞİ – BÖLÜM 17 yazısı ilk önce Kadın Sanat, etamin, dekorasyon, yemek tarifleri üzerinde ortaya çıktı.